Casiye Suresi

45. Câsiye Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 37 âyettir. 14’üncü âyet Medîne döneminde inmiştir. Adını 28’inci âyette geçen “diz çöken” anlamındaki câsiye kelimesinden alır. Buna Şeriat sûresi, Dehr sûresi de denilir. (H. T. FEYİZLİ, 1/498)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

45/1-11  VAY  HER  YALANCI  VE  GÜNAHKÂRIN  HÂLİNE

1. Hâ, Mîm.

2. Kur’ân’ın indirilmesi, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi Allah’tandır.

3. Şüphesiz göklerde ve yerde îman edenler için (Allâh’ınvarlığınavekudretine) deliller / işâretler vardır.

4, 5. (Ey müminler! Allâh’ın) sizi yaratmasında ve (yeryüzüne) yaydığı her bir canlıda, (vehercanlıyıuygunortamlarınagöreyaymasında) kesin îman eden bir kavim için âyetler (niceibretler) vardır. 5. Gece ile gündüzün (peşpeşe) değişmesinde, Allâh’ın gökten bir rızık (sebebi) indirip onunla, ölümünden sonra yere can vermesinde, rüzgârları (türlühâllere) evirip çevirmesinde, aklı erip anlayan bir topluluk için (Allâh’ın varlığı, kudreti ve nîmetlerine) nice deliller vardır.

6. Bunlar, hakkıyla oku(yupanlat)tığımız, Allâh’ın âyetleri (delilleri)dir. Artık onlar, Allâh’ın (kelâmıvedelîliolan) âyetlerinden sonra, hangi söze inanırlar?

7, 8. Vay yalana, günaha dalan (kâfir)lerin hâline! 8. (Bukimseler) Allâh’ın âyetleri kendilerine okunurken işitirler de, sonra büyüklük taslayarak, sanki onları hiç işitmemiş gibi (inkârlarında) ısrar ederler. (Ey Peygamberim!) Onlara acıklı bir azâbı haber ver.

9-10. (O) bizim âyetlerimizden bir şey (duyup) öğrendiği zaman, onu eğlence edinir. İşte bunlar için aşağılayıcı bir azap, ardından da cehennem vardır. Kazandıkları şey ve Allah’tan başka edindikleri (putlarvetâğûtgibi) dostlar, (Allâh’ınazâbından) hiçbir şeyi onlardan defedip gideremez. Onlar için büyük bir azap vardır.

11. Bu (Kur’ân); doğru yolu gösteren (hidâyetrehberi)dir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere ise, en şiddetlisinden acıklı bir azap vardır.

1-11. (1).‘Hâ, Mîm.’ Bu tür harflerden meydana gelen bu kitap, bir mûcizedir. Ama onlar bu tür harflerle benzeri bir kitap meydana getiremezler. Bu da, kitabın Allah katından indirildiğini belgeleyen sürekli bir kanıttır. (S. KUTUB, 9/175)

(2).‘Kur’ân’ın indirilmesi’ (…) Bu kitap, Allah’tan indirilmiş bir kitaptır. Veya bir kimseye kitabın indirilmesi, elçiliğin verilmesi veya bu kitabın indirilişi ‘O, Azîz, Hakîm Allah’tandır.’ Kazançla yapılmaz, çalışmakla uydurulmaz. Çünkü Allah Azîz, emrinde gâlip ve tedbîrinde hüküm ve hikmet sâhibidir. Bundan dolayı bu kitap da azîz ve hakîmdir. (ELMALILI, 7/80) Bu kitap, aslâ Muhammed’in (s) uydurduğu bir kitap değildir. Bu bizzat Allah tarafından indirilmiştir. (MEVDÛDİ, 5/299)

(3).‘Şüphesiz ki göklerde ve yerde’ mümin olmayanlar Allâh’ın âyetlerini görmeyecek derecede kör olduklarından ‘müminler için âyetler’ Allâh’ın varlığına, sıfatlarına, isim ve fiillerine delâletler ‘vardır.’ (S. HAVVÂ, 13/311)  

Kocaman cisimleriyle, akıl almaz boyuttaki galâksileri ile, yörüngeleri ile şu gökler. Buna rağmen uzay boşluğuna fırlatılmış birer tanecik gibidirler. Şu dehşet verici, şu korkunç ve şu güzel uzay… (..) Gök cisimlerinin kendi yörüngelerinde kesintisiz, dikkatle ve ahenkle dönüşleri… Göz bu âhengin seyrine doymaz. Kalpler bu âhengi düşünmekten bıkmaz. (..) İnsana göre son derece geniş ve büyük görünen ama büyük yıldızlar karşısında, sonra içinde kaybolduğu uzay karşısında bir zerre, bir toz gibi duran şu yeryüzü… Şâyet uzaydaki hiçbir şeyin kaybolmasına izin vermeyen evrensel yasayla herşeyi bir düzen içinde tutan ilâhi güç olmasaydı yeryüzü korkunç uzay boşluğunda kaybolup giderdi. (S. KUTUB, 9/175, 176)

Yeryüzündeki canlı – cansız her varlık bir âyettir. Yeryüzündeki canlı – cansız her varlığın her parçası âyettir. Küçüğü ve incesi de tıpkı büyüğü, kocamanı gibi âyettir. Şu koskoca ağaçtaki veya şu küçücük bitkideki yaprak âyettir. Biçimi ve hacmi bakımımdan âyettir. Rengi ve kendine özgü duyu organları bakımından âyettir. Evrenin düzeni içinde üstlendiği rol ve yapısı bakımından âyettir. Hayvan ya da insanın bedenindeki şu kıl âyettir. Özellikleri, rengi ve hacmi bakımından bir âyettir. Kuşun kanadındaki şu tüy âyettir. Yapısının temel maddesi, uyumlu yapısı ve görevi bakımından âyettir. İnsan şu yeryüzünde veya gökyüzünde nereye bakarsa baksın, üst üste binmiş, yığınlarca âyet görecektir. (S. KUTUB, 9/176)

(4, 5).‘(Allâh’ın) sizi yaratmasında ve (yeryüzüne) yaydığı her bir canlıda kesin îman eden bir topluluk için âyetler (niceibretler) vardır. ’ Olağanüstüyapıda, eşsiz özelliklere sâhip, lâtif, ince ve çok çeşitli görevlerle donatılmış bir varlık olarak insanın yaratılışı bir mûcizedir. Sık sık yenilenmesinden ve çok yakınınızda gerçekleşmesinden dolayı unutulan bir mûcize… Fakat insan bedenindeki herhangi bir organın  organik yapısı o kadar karmaşıktır ki, insanı şaşkına çevirir. Dehşeti ve yapısının olağanüstülüğü insanın başını döndürür. (S. KUTUB, 9/176)

Tek hücreli amiplerle ve onlardan daha büyük canlılardaki en basit şekliyle bile hayat bir mûcizedir. Ya insan gibi karmaşık ve akıl almaz bir organizmaya sâhip bir canlı? Üstelik insanın ruhsal yapısı organik yapısından daha karmaşık, daha akıl almaz ve daha içinden çıkılmazdır. (..) Çevresinde dolaşan ve sayılarını Allah’tan başka kimsenin bilemediği değişik renklere, türlere, biçimlere ve hacimlere sâhip canlılar… En küçüğünün yaratılışı da tıpkı en büyüğününki gibi bir mûcizedir. Hareketleri bir mûcizedir. Yeryüzündeki hayâtının bütünlük içindeki oranı bir mûcizedir. Öyle ki hiçbir tür kendisi için belirlenen sınırı aşamaz. Varlığı ve yaşama süresi bu çerçeve içinde koruma altındadır. Başka türleri kaplayıp yok etmesine izin verilmez. Çeşitli türden ve renkten canlıların dizginini elinde bulunduran el, bir hikmet ve plân uyarınca onları çoğaltır veya azaltır. Onlardan her birine aralarındaki genel dengeyi koruyacak özellikler, güçler ve görevler verir. (S. KUTUB, 9/176, 177)

‘Gece ile gündüzün değişmesinde’ veya birbiri arkasından gelmesinde ki zamânın gidişini, ömürlerin geçişini gösterir. ‘ve Allâh’ın gökten indirdiği rızıkta’ yâni rızka sebep olma itibâriyle hem kudret hem rahmet yönünden âyet (delil) olan yağmur ve karda ‘indirip de onunla yeryüzüne hayat vermesinde’ hayatın ilk alâmeti olan bir haz duyma neşesiyle toprağı deprendirip türlü türlü bitkiler, ekinler, meyveler yetiştirmesinde hem de ‘yeryüzünün ölümünden sonra’ hayattan bir iz kalmayıp gelişme kuvveti tükendikten, otlar kuruyup ağaçlar meyvelerini döktükten sonra ‘ve rüzgârları çevirmesinde, akıl edecek bir toplum için ibretler vardır.’ Zamânın akışını ve ömrün geçişini, o zaman ve yer üzerinde Allah Teâlâ’nın doğrudan doğruya tasarruflarını gösteren bu değişimler, her değişimde bir âhirete doğru gidildiğini ve temsil tarzında yapılan karşılaştırma yoluyla ölümden sonra tekrar dirilmeyi ifâde ettiğinden dolayı bu âyetlerde özellikle aklın, aklı güzel kullanmanın önemi açıkça ifâde edilmiştir. (ELMALILI, 7/81, 82)

‘Gece ve gündüzün birbiri ardına gelmesinde…’ Beşeri bilimler gelişmiş, bâzı evrensel olaylara ilişkin bilgileri artmış, genişlemiştir. Bugün insanlar gece ve gündüzün, dünyânın yirmidört saatte bir güneş önünde kendi ekseni etrafında dönmesi sonucu meydana gelen iki olay olduklarını biliyorlar. Fakat bu bilgi, olayın olağanüstülüğünden bir şey götürmez. Çünkü dünyânın dönüşü de başlı başına bir mûcizedir. Bu cismin, kendi ekseni etrafında, bu düzenli hızıyla havada gezinmesi, uzay boşluğunda hiçbir şeye dayanmadan yüzmesi ancak onu tutan ve yönlendiren ilâhi güçle mümkündür. (S. KUTUB, 9/178)

‘Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkla ölümünden sonra yeri diriltmesinde…’ Bu âyette geçen rızık kavramı ile gökten inen su kastedilmiş olabilir. Nitekim eski kuşak tefsirciler bu şekilde anlamışlar. Oysa gökten inen rızık daha geniş kapsamlıdır. Örneğin gökten dünyâmıza inen ışınlar, toprağın canlanması üzerinde sudan daha az etkili değildir. Hatta Allâh’ın izniyle suları meydana getiren bu ışınlardır. Çünkü denizden suyun buharlaşmasını sağlayan güneşin sıcaklığıdır. Buharlaşan sular, bir süre sonra yoğunlaşarak yere yağmur hâlinde yağar. Pınarlarda, nehirlerde akar ve ölümünden sonra toprak bu su sâyesinde canlanır. Toprağın canlanmasında su, sıcaklık ve ışık aynı oranda etkili olmuşlardır. (S. KUTUB, 9/178)

İki hidrojen ve bir oksijenden oluşan su; insanlar, hayvanlar, diğer canlılar ve bitkiler için vazgeçilmez ve  ve olmazsa olmaz bir nimettir. Su olmasa, insanlar ve hayvanlar yaşayamaz ve toprakta hiçbir bitki yetişmez. İşte bu gerçek, ‘Allah onunla yâni yağmur ile ölümünden yâni kurumasından sonra yeryüzünü canlandırdı’ cümlesi ile ifâde edilmektedir. Yağmurlar yağmasa, yeraltı suları tükenir; toprak kurur ve hiçbir canlı yaşayamaz. (..) Yağmurların oluşumu ve yağması, yüce Allâh’ın varlığı, birliği, gücü ve nîmetlerini gösterir. (İ. KARAGÖZ 7/106)

‘ve rüzgârları çevirmesinde / yönetmesinde’ Rüzgârların sarf edilmesiyleçeşitlizamanlarda, muhtelif bölgelerde, çeşitli yüksekliklerde farklı özelliklerde esen ve mevsimlerin değişmesine yol açan rüzgârlar kastedilmektedir. Rüzgârların, yeryüzündeki canlıların nefes almaları için sürekli esmesi ve yeryüzünü âdetâ bir yorgan gibi kaplayarak, insanları semâvi âfetlerden koruması oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca devamlı hareket etmektedirler. Bâzen soğuk, bâzen sıcak, bâzen hızlı, bâzen ise durgundurlar. Bâzen fırtına ve tufan şeklinde eserlerken, bâzen kuru, bâzen de nemlidirler. Yine bâzen yağmur getirirken bâzen de bulutları götürürler. Elbette ki rüzgârların bu şekilde farklı hareket etmeleri kör bir tesâdüfün eseri değildir. Bilâkis bir kânûna bağlıdırlar. Dolayısıyla açıkça anlaşılmaktadır ki, rüzgârları kontrol altında tutan bir hikmet sâhibi bulunmaktadır. O hikmet sâhibi ki, bu rüzgârları yüce hikmetiyle bir gâyeye matuf olarak, bir düzene sokmuştur. (MEVDÛDİ, 5/301)    

(6).‘İşte bunlar’ dikkat çekilen yaratmakla ilgili bu âyetler ve onları anlatan indirilmiş âyetler, bu sûre ‘Allâh’ın âyetleridir.’ Allâh’ın kudret ve irâdesini, hikmet ve hükümlerini anlatmak için ortaya koyduğu ve indirdiği delillerdir. ‘Allah ve âyetlerinden sonra artık hangi söze inanacaklar?’ yâni Allâh’a ve âyetlerine inanmadıktan sonra o îmansızlar hangi söze inanırlar, hiç! Yâni hiçbir şeye inanmazlar (ELMALILI, 7/82)

‘İşte bunlar, Allâh’ın âyetleridir’ Nasıl kâinatta tecelli eden bu fiili deliller, Allâh’ın birer kevni âyeti ise, bunların sözlü beyânı olarak inen Kur’ân âyetleri de Allâh’ın âyetleridir. Dünyâ ve âhiretin kurtuluş ve saâdeti, her iki âyet grubuna inanıp onların gerektirdiği şekilde yaşamaya bağlıdır. (Ö. ÇELİK, 4/503)

(7,8).‘Vay yalana, günaha dalanların hâline!’ ‘(Bukimseler) Allâh’ın âyetleri kendilerine okunurken işitirler de, sonra büyüklük taslayarak, sanki onları hiç işitmemiş gibi (inkârlarında) ısrar ederler. Onlara acıklı bir azâbı haber ver.’ ‘(O) bizim âyetlerimizden bir şey (duyup) öğrendiği zaman, onu eğlence edinir. İşte bunlar için aşağılayıcı bir azap, ardından da cehennem vardır.’ (….) İki tip insan arasında oldukça büyük bir fark vardır: Birincisi, Allâh’ın âyetlerini açık bir kalple dinler ve onlar üzerinde tefekkür eder. Böyle bir insanın hâlâ îman etmemiş olması, kalbinin daha mutmain olmadığını gösterir. Dolayısıyla başka bir zaman, başka bir âyeti işittiğinde, kalbinin mutmain olması mümkündür. Ancak ikincisi, önceden îman etmemeye karar vermiştir ve kalbi kapalıdır. (MEVDÛDİ, 5/301)

Böyle kimselerin şu sebeplerle îman etmeyecekleri beyan edilir: (1) (7.âyet) Onlar yalancıdırlar, iftirâcıdırlar, işleri hep gerçekleri tersyüz etmek olup doğruluğa ve gerçeğe yanaşmak istemezler. (2) Günaha dalmışlardır; işleri güçleri kötülükle meşgul olmaktır, Kendilerini kötü amellerinden alıkoyacak diye hiçbir yüksek ahlâki kural kabul etmezler. (3) (8’inciâyet) Kibirlidirler ve kendilerini beğenmişlerdir Herşeyi kendilerinin bildiğini zannettikleri için, Allâh’ın âyetleri onlara okunduğunda üzerlerinde hiç düşünmezler. Bu yüzden âyetleri dinleyip dinlememeleri arasında bir fark yoktur. (4) (9’uncuâyet) Allâh’ın âyetleriyle alay ederler. Meselâ Kur’ân’ın bir âyetini işittiklerinde, onda bir yanlış taraf ararlar ve âyeti öncesinden ve sonrasından çıkararak yorumlarlar ve onu alay konusu yaparlar. (Ö. ÇELİK, 4/505)

(9, 10).‘(O) Âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onlarla alay eder.’  Nadr b. Hâris bu âyetlerle alay eder, acem hikâye ve masallarıyla bu âyetlere mukâbele ve itiraz ederdi. Hâlka ve insanlara bu âyetlerin aslı olmadığını söylerdi. Ebû Cehil de, hâlka kaymak ve hurma yedirir, ‘Zıkkımlanın, yiyin, işte Muhammed’in sizi tehdit ettiği zakkum budur’ der, zakkumu kaymak ve hurma olarak yorumlardı. (İ. H. BURSEVİ, 19/20)

Kur’an ile, Kur’ân’ın herhangi bir emri veya yasağı, bir hükmü, verdiği bir bilgi ile alay eden kimse kâfir olur. Çünkü bir şey ile alay etmek, onu küçümsemek ve beğenmemektir. Kur’an ve hükümlerini küçümseyen ve beğenmeyen kimse, Kur’ân’ı inkâr etmiş olur. Kur’ân’ı inkâr eden kimse kâfir olur. (İ. KARAGÖZ 7/110)

‘Ötelerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler’ mallar, çocuklar ‘da, Allah’tan başka’ ilâh ve yardımcı olarak ‘edindikleri dostlar’ putlar, koştukları ortaklar ‘de onlara’ Allâh’ın azâbına karşı ‘bir fayda vermez; onlar için‘ cehennemde ‘büyük bir azap vardır.’ (S. HAVVÂ, 13/313)

İşledikleri ameller veya kazandıkları mallar onlara bir fayda vermez.Şâyetamelleriyapıcıise, boşa gidecekler ve ellerinde bir şey kalmayacak. Çünkü onların bu yapıcı amelleri, îman temeline dayanmıyor. Kazandıkları mallar yok olacak ve geride yararlanabilecekleri bir şey kalmayacaktır.Allâh’ıbiryanabırakıpedindikleridostlar – düzmece tanrılar veya yardımcılar yâhut askerler ya da arkadaşlar – onlara yardım edemeyecek, kurtulmaları için aracılık yapamayacaklar. (S. KUTUB, 9/181)

45/12-21  HER  TOPLUM  YAPTIĞINA  GÖRE  CEZÂLANDIRILACAKTIR

12. Allah O’dur ki hem gemiler akıp gitsin, hem de (siz) lütfundan (rızık) arayasınız ve şükredesiniz diye denizi hizmetinize vermiştir.

13. Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini (Allah), kendi (lütfu)ndan sizin hizmetizinize verdi. Şüphesiz bunda düşünecek bir toplum için elbette ibretler vardır. [bk. 16/52]

14. (Rasûlüm!) îman edenlere söyle: Allâh’ın (yargı) günlerini(ngeleceğini) inanmayanlara karşılık vermesinler (sabretsinler). Çünkü O, her bir kavme kazanmakta olduklarının karşılığını mutlaka verecektir.

15. Kim sâlih bir amel (sevaplıbiriş) işlerse, kendi (fayda)sınadır. Kim de kötülük ederse, kendi aleyhinedir. Sonra (hepiniz) Rabbinizin huzûruna döndürüleceksiniz.

16. Andolsun ki biz, (vaktiyle) İsrâiloğulları’na Kitap, hüküm (hâkimiyet) ve peygamberlik verdik, onları tertemiz şeylerden rızıklandırdık ve onları (devirlerindeki) âlemlere üstün kıldık.

17. Ayrıca onlara (dinde) emir(lerimiz)den deliller / âyetler verdik. (Ey Peygamberim!) Onlar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, kıyâmet günü, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir.

18. (Ey Peygamberim! İsrâiloğullarına gönderdiğimiz peygamberlerden) sonra seni emr(imiz)den bir şerîat üzere kıldık. Artık sen ona uy, onu bilmeyen (veonuistemeyen kâfir)lerin hevâ(larınaarzu)larına uyma! [bk. 3/19; 42/13-21]

19. (Ey Peygamberim!) Çünkü kâfirler, Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi aslâ senden savamazlar. Şüphesiz zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da muttakîlerin (ihlâslaemirlerineuygunyaşayanların) dostudur.

20. Bu (Kur’ân), insanlar için hem (kurtuluşyollarınıgösteren) kalp gözleri, hem de kesin inanan bir toplum için doğru yol rehberi ve rahmettir.

21. (Ey Peygamberim!) Yoksa, kötülükleri işleyen (Allâh’ınemirleriniçiğneyipputlaşanarzularınagöreyaşayan) kimseler, kendilerini hayatlarında ve ölümlerinde, îman edip de sâlih amel işleyenlerle eşit yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! [bk. 38/28; 59/20]

12-21. (12).‘Allah; size veya sizin için denizi hizmetinize vermiştir.’ İşte bu korkunç enerji kaynaklarından biri de denizdir. Yüce Allah bu dev gücü insanın hizmetine sunmuş, onun yapısına ve özelliklerine ilişkin bâzı sırları önüne açmıştır. İnsanoğlu bu öğrendiği sırlardan biri sâyesinde bu dehşet verici yaratığın üstünde yüzen gemiyi yapmıştır. Geminin içinde korkmadan denizin dağ gibi dalgalarının arasında süzülür gider: ‘Gemiler O’nun emri uyarınca denizde yüzsünler diye…’ Çünkü denizi bu niteliklere sâhip olarak yaratan Allah’tır. Geminin ana maddesini bu özellikte yaratan. Hava basıncını, rüzgârın hızını ve yer çekimini var eden O’dur. Geminin denizde yüzmesini sağlayan diğer özellikleri de O yaratmıştır. İnsana bütün bunları göstermiş, onlardan yararlanmasına imkân hazırlamıştır. (..) ‘Lutfedip verdiği rızkı aramanız için..’ Denizden çıkarılan ürünler, süs eşyâları gibi… Aynı şekilde ticâret, bilgi, deneyim, spor, turizm gibi Allâh’ın lütfu sâyesinde denizlerden yararlanılan daha nice rızıklar, güzellikler… (S. KUTUB, 9/182)   

‘Emriyle gemiler onda hareket etsin diye’ Yâni sizin menfaatiniz için ise de, sizin emrinizle değil, O’nun emri ile hareket etmesi için emrinize verdi. (ELMALILI, 7/84)

‘ve Allâh’ın lütfundan isteyip arayasınız diye’ ticâret, dalgıçlık, avcılık ve diğer araştırma ve kazanma şekilleriyle kara ve denizde tasarruf edip, kazanasınız. (ELMALILI, 7/84)

‘Hem de umulur ki şükredesiniz’ Bu nîmetlerin yalnız O’nun olduğunu bilip, mâbud olarak yalnız O’nu tanıyasınız ve O’nun emirlerini, yasaklarını tanıyarak O’na ibâdet ve kulluk edesiniz, Allâh’a ortak koşmaktan ve nankörlükten kaçınasınız. Şükür yalnız nîmeti ve nîmetin zevk ve neşesini sezmek değil, nîmeti vereni tanımak ve O’nun nîmeti karşılığında O’nu yüceltmektir. (ELMALILI, 7/84)

(13).‘Göklerde ve yerde olanların hepsini’ yâni ne kadar yıldız, gezegen, güneş, uydu varsa hepsini, Ay’ı, dağları, denizleri, nehirleri ve kendileriyle faydalandığınız herşeyi ‘kendi katından size musahhar kılmıştır’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni, bunların hepsi O’nun lütuf, ihsan ve bağışıdır. Sâdece O’nun tarafından bunlar size verilmiştir. Bu hususta O’na hiçbir ortak yoktur.’ Nesefi de şöyle demektedir: ‘Yâni O, sizlere bütün bu şeyleri kendi katından vermiş, hizmetinize sunmuştur.’ (S. HAVVÂ, 13/316)

‘Elbette ki, düşünen kimseler için bunda âyetler’ Allâh’a, sıfatlarına ve isimlerine delâletler ‘vardır’ Bu, bu tür âyetleri insanların yalnızca düşünme ile bileceğinin delilidir. (S. HAVVÂ, 13/316)

(14).‘İman edenlere söyle: Allâh’ın günlerinin geleceğini beklemeyen kimseleri bağışlayıp geçsinler.’ İbn Kesir der ki: ‘Bu, İslâm’ın başlangıç dönemlerinde idi. O dönemlerde müşriklerin ve Kitap Ehlinin eziyetlerine katlanmaları emri verilmişti. Tâ ki bu tutum onları kendilerine ısındırsın. Daha sonra inat etmeleri üzerine yüce Allah, müminlere cihad etmeyi ve çarpışmayı meşru kıldı.’ (S. HAVVÂ, 13/316, 317)

Âyet(in), Hz. Ömer’in kendisine söven bir kimseyi yakalamak istemesi üzerine indiği nakledilmiştir. Âyet, savaş izni verilmediği bir zamanda, kişisel çatışma ve kavgaya meydan verilmemesini istemekte, ileride düşmanlar aleyhine günlerin geleceğine işâret etmektedir. Bu yüzden âyetin, cihad izni veren âyetlerle çeliştiği söylenemez. (H. DÖNDÜREN, 2/788)

Abdullah b. Abbas, İbnü ‘s Sâib  el Kelbi ve Mukâtil’e göre sözkonusu âyette yer alan  ‘eyyâmullah / Allâh’ın günleri, öncekilerin başlarına gelen ‘helâk azâbı’ demektir. Çünkü Yüce Allah müşrikleri ‘lâ yercûne eyyâmallâh’ şeklinde nitelendirirken onların, daha önceki kavimlerin başlarına gelen ilâhi azaptan korkmadıklarını belirtmek istemiştir. (Râzi, Kurtubi, Şevkâni’den, M. DEMİRCİ, 3/109)

‘Çünkü Allah her bir kavmi ameline göre cezâlandıracaktır.’ Yâni dünyâ hayâtında (müminler) onları (kâfirleri) bağışlayacak olurlarsa, Azîz ve Celîl olan Allah âhirette onları (kâfirleri) kötü amelleri sebebiyle cezâlandıracaktır. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 13/317)

(15).‘Kim sâlih bir amel işlerse, kendi (fayda)sınadır. Kim de kötülük ederse, kendi aleyhinedir.’ Ecir onun lehine, cezâ aleyhinedir. ‘Sonra Rabbinizin huzûruna döndürüleceksiniz.’ Amellerinizin karşılığını verecektir. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni Kıyâmet gününde O’na döndürülecek ve amellerinizle birlikte O’na arz edilecek, O da hayır ve şerri ile amellerinizin karşılığını size verecektir.’ (S. HAVVÂ, 13/317)

‘.. kötü iş yaptı’ cümlesine inkâr, şirk ve isyan dâhildir. Bir kimse îman etmez ve isyan ederse kendi aleyhine yapmış, kendisini cehenneme mahkûm etmiş olur. ‘Kim kötü ve günah olan bir amel işlerse, ancak misli ile cezalandırılır.’ (40/40; İ. KARAGÖZ 7/115)

(16).‘Andolsun ki biz, (vaktiyle) İsrâiloğulları’na Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları tertemiz şeylerden rızıklandırdık ve onları (devirlerindeki) âlemlere üstün kıldık.’ İsrâiloğulları’na verilen ‘kitap’ Tevrat’tır. ‘Nübüvvet’, peygamberliktir. Nitekim onlardan pekçok peygamber gelmiştir. ‘Hüküm’ ise, kitabın bilgisi, idrak ve ferâset; kitaba göre davranmanın hikmeti; muâmelatta muhâkeme kâbiliyeti gibi anlamlara gelir. Bunda yargı ve yönetim gücü anlamı da vardır. Allah Teâlâ o dönemde kendi dînine hizmet için İsrâiloğulları’nı seçmiş ve hakkı tebliğ için onları görevlendirmiştir. Üstünlükleri, bu göreve liyâkatlerine ve bunu yerine getirmelerine göredir. Nitekim kendilerine ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset, ihtiras, çekememezlik ve düşmanlık sebebiyle anlaşmazlığa düşünce, bu din emânetini taşıyamaz hâle gelmişlerdir. Dolayısıyla, kendilerine emânet edilen ‘üstünlüklerini’ de kaybetmişlerdir. (Ö. ÇELİK, 4/507)

(17).‘Din husûsunda onlara apaçık belgeler’ âyetler ve mûcizeler ‘verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki çekememezlikten dolayı’ din hakkında ‘ayrılığa düştüler.’ Yâni onlar ancak, aralarındakiayrılıkları ortadan kaldırması gereken bilgi geldikten sonra ihtilâfa düştüler. Bu ihtilâf ve ayrılıkların tek sebebi ise, aralarında baş gösteren çekememezlik yâni aralarındaki zulmün ve kıskançlığın bir eseri olan düşmanlıktır; bundan dolayı ayrılığa düştüler. (S. HAVVÂ, 13/318)

‘Şüphe yok ki Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında Kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.’ Yâni kıyâmet gününde adâletli hükmü ile aralarında hüküm verecektir. Bu ifâde aynı zamanda bu ümmeti onların izledikleri yolu tâkip etmekten sakındırmaktadır. (S. HAVVÂ, 13/318)

(18).(EyPeygamberim!) ‘(İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden) sonra seni emr(imiz)den bir şerîat üzere kıldık.’ Din ve şeriat ilk defa Hz. Muhammed’e (as) gelmiş değildir, daha önce gelip geçmiş binlerce peygamber vâsıtasıyla Allah özü aynı detayları farklı dinler göndermiş, bir yoruma göre aynı olan öze din, (hattâ İslâm), farklı olan detaylara ameli hükümlere, kulluk şekillerine, sosyal ve hukûki düzenlemelere de şeriat denilmiştir. (KUR’AN YOLU, 5/17)   

Âyette geçen ‘şerîat’ kelimesi ile Fâtiha sûresinin 6 ve En’am sûresinin 153’üncü âyetinde geçen ve dosdoğruyol anlamına gelen ‘sırât-ı müstakim’ terkîbi aynı anlamdadır. Kur’ân’a ve Kur’ân’ın beyânı olan Hz. Peygamberin sünnetinde, âyet ve sahih hadislerde geçen îman, ibâdet, ahlâk ve sosyal hayat ile ilgili emirler ve yasaklar, ilkevehükümler, helâl ve haramlar şeriat kavramına dâhildir. (İ. KARAGÖZ 7/119)

‘Şerîat’ kelimesi, İslâm’ın belli bir bölümünü değil, bütününü ifâde eder. Abdest, namaz, oruç, hac ve zekât gibi belirli ibâdetler, evlenme, boşanma ve mîras gibi sosyal konular, ahde vefâ ve doğru sözlülük gibi ahlâki kurallar, îman esasları, emir ve yasaklar, helâl ve haramlar, kısaca Kur’ân’ın bütün prensipleri, Allâh’ın kulları için koyduğu şeriat yâni dînî kurallardır. Dolayısıyla ‘Hak din’, ‘İslâm’ ve ‘şerîat’ ayrı şeyler değil, hepsi ilâhi kuralların, Allah yolunun adıdır. (İ. KARAGÖZ 7/119)  

‘Artık sen ona uy, onu bilmeyen (veonuistemeyen)lerin hevâlarına uyma!’ (Bu yasak), Hz. Peygamberin şahsında, bütün müminlere yöneliktir. ‘arzular’ ile maksat, Kur’an ve sünnete uymayan emir ve yasaklar, kural, ilke ve hükümlerdir. ‘bilmeyen kimseler’ ile maksat, mümin ve Müslüman olmayanlar, müşrikler, kâfirler ve Kur’an hükümlerine aykırı hüküm koyanlar, emir ve yasak belirleyenlerdir. (İ. KARAGÖZ 7/119, 120)

Allâh’ın hükümlerine ilmi olmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar. Hevâ ve hevesler ise, kişiye göre değişir. İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür, Allâh’ın gazabına götürür. Şeriat isetoplar, tevhid (Allâh’ın birliğine inanmakla) rızâsına götürür. Şerîata uy da câhillerin nefsâni arzularına uyma. (ELMALILI, 7/88, 89)

Yüce Allah “Şeriatı bilmeyenlerin hevâlarına uyma.” buyurmaktadır. Hevâ Allâh’ın ilâhlık ve Rabliğini kabul etmeyenlerin en büyük putudur. Başka bir âyette vahye dayanmayıp yalnız hevâsına uyanlar, sapıklıkla nitelendirilmektedir (28/50). Gerek Mekke müşrikleri, gerek hevâsını ve ona bağlı olarak aklını putlaştıranlar, gerekse bâtıl ideolojiler, İslâm dînini sürekli değersiz ve gereksiz olarak göstermeye çalışmışlardır. (H. T. FEYİZLİ, 1/499)

Bu nitelikleri hakk eden tek bir şeriat vardır. Onun dışındaki hayat düzenleri bilgisizlikten kaynaklanan arzulardır, ihtiraslardır. Dâvâ adamı, sâdece şeriata uymalı ve bütün arzuları, ihtirasları bir kenara bırakmalıdır. Kesinlikle en ufak bir meselede bile Allâh’ın şeriatından sapıp arzulara, ihtiraslara uymamalıdır. Çünkü arzularına, ihtiraslarına uyacağı kimseler, şerîatın sâhibi olan Allâh’a karşı ona hiçbir yardımda bulunamayacak, onu savunamayacak kadar güçsüzdürler, zayıftırlar. Hevâ ve heveslerden kaynaklanan hayat sistemlerinin taraftarları birbirlerine yardım eden birleşik bir cephedirler. Onlar şerîatın sâhibine karşı birbirleri ile dayanışma içindedirler. Bunun için şerîatı benimseyen birisi, bâzılarının yardımını umarak onlara eğilim göstermemeli, onları birbirlerine bağlayan hevâ ve heveslerine sempati ile yaklaşmamalıdır. (S. KUTUB, 9/186, 187)    

(19).‘Çünkü kâfirler, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi uzaklaştıramazlar.’ Onlara uyduğun takdirde Allah’tan gelecek olan azap ve cezâdan seni hiçbir şekilde kurtaramazlar. ‘Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdırlar.’ Onun için onlara, yalnız zâlim olanlar uyar, dost olur. ‘Allah ise müttakilerin dostudur.’ Zulümden, haksızlıktan korunanları sever, onlara yardım eder. Onun için, sen o bilgisizlere, zâlimlere uyma da, takvâya / Allah’tan korkmaya devam et, korun. (ELMALILI, 7/89)  

‘Allah’tan gelecek azaptan hiçbir şeyi senden kesinlikle savamazlar.’ (Bu cümle), kâfirlerin arzularına uymanın, ilâhi azâbın gelmesine sebep olacağını beyan eder. Hz. Peygamber, hiçbir zamankâfirlerin ve müşriklerin arzularına uymamıştır. Dolayısıyla âyetteki uyarı, Hz. Peygamber’in şahsında, müminlere yöneliktir. Bu îtibarla müminlerin, Kur’an ve sünnette yer alan emir ve yasaklara, ilke ve hükümlere uyması, kâfirlerin Kur’an ve sünnete uygun olmayan ilkelerini, kurallarını ve kânunlarını esas almamaları gerekir. (İ. KARAGÖZ 7/120)

(20).‘Bu (Kur’ân), insanlar için hem (kurtuluşyollarınıgösteren) kalp gözleri, hem de kesin inanan bir toplum için doğru yol rehberi ve rahmettir.’ Yâni, bu kitap ve onun getirdiği şeriat tüm insanlık için bir aydınlıktır. O hak ve bâtıl arasındaki farkı bildirmektedir. Fakat onun aydınlığından ancak Hakka îman edenler yararlanabilir. (MEVDÛDİ, 5/306)

(21).‘Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini hayatlarında ve ölümlerinde, îman edip de sâlih amel işleyenlerle eşit yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!’ Âyet-i Kerîmede; hayatta iken ve ölümlerinde, iyilik yapanlar ile kötülük yapanların eşit tutulmaları reddedilmektedir. Çünkü hayatta iken de bunların hâlleri birbirinden farklı idi. Zîrâ bir kesim itaatleri yerine getirerek hayatlarını sürdürdü, diğeri ise kötülükleri işleyerek hayat sürdürdü. Ölümlerinde de bunlar eşit değildir. Çünkü müminler kendilerine rahmet ve kerâmet müjdeleri verilerek ölürken, öbürleri rahmetten yana ümitsiz olarak, pişmanlık içerisinde ölürler. İman edip sâlih amel işleyenler, yakîn sâhibi idiler. Ötekileri ise azâba uğrayan, şüphe eden, şaşırıp kalanların huzursuzlukları ile yaşayıp gittiler. (S. HAVVÂ, 13/322)  

‘İnanıp iyi amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar?’ Kureyş kâfirleri, ‘Biz âhirette – şâyet âhiret varsa – müminlerden daha iyi durumdayız’ diyorlardı. Nihâyet onlar, ‘Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azâba uğratılacak değiliz.’ (Sebe’, 34/35) diyorlardı. Zîrâ dünyâda aziz olan âhirette de azizdir. Denilmiştir ki; burada esâsen murad edilen, hayatta olduğu gibi, iki grubun ölümden sonra da eşit olmalarını (..) reddir. Çünkü iyiler ve kötüler rızık ve sağlık bakımından hayatta eşittirler. Ancak ölümde durum farklı olacaktır. (İ. H. BURSEVİ, 19/42, 43)

45/22-26  HERKES  KAZANCINA  GÖRE  KARŞILIK  GÖRÜR

22. Allah, gökleri ve yeri hak (vehikmetgayesi) ile yarattı. Öyleyse herkes (dünyâda) kazandığının karşılığını görecek ve kimseye haksızlık edilmeyecektir.

23. (Ey Peygamberim!) Arzu ve heveslerini ilâh edinmiş, bilgisine rağmen (Allâh’ıbırakıpdaohevâsınakulolmasındandolayı) Allâh’ın da kendisini sapıklıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiş olduğu kimseyi gördün mü? Şimdi (banasöyle) artık Allah’tan başka, onu doğru yola kim getirebilir? (Ey kâfirler!) Hâlâ düşünmeyecek misiniz? (Düşünmelisiniz.)  [krş. 25/43; 28/50]

24. (Mekkeli müşrikler) Dediler ki: “(Hayat) dünyâ hayâtından başkası değildir. Ölürüz de, yaşarız da. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor.” (Ey Peygamberim!) Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sâdece (böyle) zannediyorlar.

25. Müşrikler(in, kendilerin)e açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (ölmüş) atalarımızı getirin.” demelerinden başka delilleri yoktur.

26. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “Size Allah hayat veriyor, sonra sizi O öldürecek. Nihâyet sizi, hakkında hiç şüphe olmayan kıyâmet günü O bir araya toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” [bk. 2/28; 22/66; 30/27; 40/11]

22-26. (22).‘Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı.’ Zulüm ile değil, hak ve hakkâniyet (adâlet) üzere her birinin özelliğinde gerek birbirine ve gerek yaratıcısına göre vâcip olan adâlet ve hikmet gözeterek yarattı. Bu âyet, önceki hükme bir delil içeriğindedir. Çünkü hak ile yaratış zâlimden  zulme uğrayan kimsenin  hakkını hemen almak ve iyi ile kötüyü eşit tutmayıp, iyiye iyiliğinin, kötüye de kötülüğünün cezâsını vermek demek olan adâleti gerektirir. Şu hâlde bu husus, bugün şu dünyâda olmuyorsa yarın âhirette olması lâzım gelir. Onun için bu mânâ, açıkça ifâde edilerek buyuruluyor ki; ‘Hem herkes hakları yenmeksizin kazandığı ile cezâlandırılmak’ yâni iyiye iyi, kötüye kötü karşılığı verilmesi ‘için yaratılmıştır.’ Bundan dolayı kötülük yapanların geleceği, iyilik yapanların geleceği ile eşit olamaz. Birisi cezâ görürken, diğer(i) mükâfat görecektir. (ELMALILI, 7/90, 91)

(23).‘Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen kimseyi gördünmü? Hakkı düşünmeyip keyfi ne isterse onu ilâh edinmiş kendi zevkinin sevdâsına düşmüş; ‘Allah da onu bir ilim üzerine şaşırtmış (..) ve kulağını ve kalbini üstünden mühürlemiş ve gözüne bir perde çekmiştir.’ Çünkü hevâ ve şehvet gözü kör, kulağı sağır, kalbi duygusuz eder. O kimse bilgin de olsa ilmine rağmen hakkı duymaz olur. Nitekim filozofların ve dünyâ hayâtına düşkün din bilginlerinin birçoğu böyle olmuştur. (ELMALILI, 7/91) (..) Böyle bir kimse dîni, dünyâsı, âhireti hakkında kendisine fayda verecek hiçbir şeyi işitmez. Kendisiyle hidâyet bulacağı hiçbir şeye kulak verip anlamaz. Önünü aydınlatacak hiçbir delili görmez. (S. HAVVÂ, 13/323)

‘Allah’tan başka’ Allâh’ın onu saptırmasından sonra ‘onu kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ öğüt almayacak mısınız?’ Bu öğütlerin üzerinizde etkisi olmayacak mı? Çünkü kötülüğün aslı, hevâya tâbi olmaktır. Bütün hayır ise, hevâya muhâlefet etmektir. (S. HAVVÂ, 13/323)

‘Hevâ ve hevesini tanrı edinmek’ ifâdesiyle bir kimsenin nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı helâl mi olduğunu dikkate almadan davranması kast olunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şâyet, o kimseleri de tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, o kimseleri ilâh ve mâbud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları tanrı edinmiştir.  Çünkü bu kayıtsız şartsız teslîmiyeti onun bu kimseleri tanrı edindiğinin bilfiil ispâtıdır. Ve bu da apaçık şirktir. (MEVDÛDİ, 5/308)  

Arzusun tanrı yapan kimse, canı ne isterse, helâl – haram, iyi – kötü, günah – sevap demeden, arzusunu yerine getirir. Arzusunu dînî bir emir gibi kabul eder. Böyle yapan kimse, mümin değil, ancak kâfirdir. Bu kimseye âyette yüce Allâh’ın üç yaptırımı bildirilmiştir: (1). Allah kâfir kimseyi inkârda ısrârını bildiği için sapıklıkta bırakır. (2). Allah kâfirin kulağını ve kalbini mühürler. (3). Allah, kâfirlerin gözlerinin üzerine perde çeker. (İ. KARAGÖZ 7/125)

(24).‘Dediler ki: “(Hayat) dünyâ hayatından başkası değildir. Ölürüz de, yaşarız da. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor.” Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sâdece (böyle) zannediyorlar.’ Gece ve gündüzün geçmesinin insanların ölümünde etken olduğunu kabul ediyor, ölüm meleğini ve Allâh’ın izni ile ruhları kabzedişini inkâr ediyorlardı. Meydana gelen her bir olayı zamâna, dehre izâfe ediyorlardı. O bakımdan onların şiirlerinde (bu câhili anlayışa sâhip olan Arap ve diğer toplumların edebiyatlarında) zamandan şikâyetler dile getirilmektedir. (S. HAVVÂ, 13/324)

Bizi ancak zaman öldürür.” sözü, İslâm öncesinde, Allâh’ı tanımayanların câhiliye mantığıyla söylenmiş sözdür. Çeşitli zamanlarda duyulan ve tekrar edilen bu söz, yine Dehriyye görüşüne sâhip, yâni maddeci ateist kafaların bir ürünüdür. Gâyeleri Allâh’ı tanımayıp sorumsuz ve başıboş yaşamaktır. Böylece arzularını ilâhlaştırmaları, onları bir fikir boşluğuna ve Allâh’a karşı küstahça bir ifâdeye itmiştir. [bk. 6/29-30; 10/7-8; 23/37-42; 36/12; 52/ 35-36; 67/2] (H. T. FEYİZLİ, 1/500)

Denildiğine göre İslâm’dan önce câhiliye Arapları arasında ‘dehriyye’ adı verilen materyalist bir düşünce söz konusu idi. Bu düşüncenin temeli de âhiret inancını inkâra dayalıydı. Zîrâ câhiliye Araplarına göre hayat bu dünyâdaki yaşamdan ibâretti. Yâni insan bu dünyâda yaşar, ölür. Ondan sonra başka kuşaklar gelir, aynı şekilde onlar da belli bir süre yaşarlar, dehr (zaman) onları da yıpratır ve sonunda alıp götürür. Böylece herşey o noktada sona erer. Dolayısıyla insan için bu dünyâdan başka bir hayat mevcut değildir. Buradaki helâkin, ölümün, yok oluşun fâili de zamandır. (M. DEMİRCİ, 3/115)

(25).‘Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman: “Eğer doğru söyleyenler iseniz atalarımızı getirin.” demelerinden başka delilleri yoktur.’ İnsanlara verilmiş bulunan bilgi vâsıtaları ile fizik ötesi âlemi bilmek mümkün değildir; öldükten sonra dirilme ve âhiret de bu âleme dâhildir. İnkârcıların bu konudaki iddiâları, bilmedikleri ve bilemeyecekleri bir konuda tahmin yürütmekten ibârettir. Bu sebeple mantık dışı önermelere başvurmakta, olmayacak taleplerde bulunmaktadırlar. ‘Atalarımızı geri getirin’ teklîfi de bu kabildendir; çünkü dînin iddiâsı onları geri getirmek değil, diğer âlemde diriltmek ve biraraya getirmektir, bu da olacaktır. Bu dünyâda gidenlerin geri getirilmesi ilâhi programa uygun bulunmamaktadır. (KUR’AN YOLU, 5/20)

(26).‘De ki: “Sizi Allah diriltir, sonra öldürür, sonra Kıyâmet gününde sizi toplar. Onda şüphe yoktur.’ Bütün bunları yapmaya kâdir olan, elbette sizin atalarınızı getirmeye de kâdirdir. Baştan beri sizi yaratma kudretine sâhip olanın, sizi tekrar yaratmasına kâdir olması, öncelikle kabul edilmelidir. Fakat O’nun sünneti, sizleri Kıyâmet gününde biraraya toplamak şeklindedir; yoksa dünyâda tekrar size hayat vermek şeklinde bir sünneti yoktur. (S. HAVVÂ, 13/325)

‘Fakat insanların çoğu bilmezler.’ Yüce Allâh’ın öldükten sonra diriltmeye kâdir olduğunu bilmezler. Çünkü onlar deliller üzerinde düşünmekten yüz çevirmektedirler. Bundan sonra; öldükten sonra dirilişi inkâr ederler, cesetlerin hayat bulup kabirlerinden kalkacağını uzak görürler. (S. HAVVÂ, 13/325)

45/27-37  O  GÜN  HER  ÜMMETİ,  DİZ  ÇÖKMÜŞ  GÖRÜRSÜN

27. Göklerin ve yerin egemenliği (hâkimiyetveyönetimi) Allâh’ındır. Kıyâmet kopacağı gün, (işte) o gün, o bâtıla sapanlar (kâfirler) hüsrâna uğrayacaktır.

28. (Rasûlüm!) Sen her ümmeti, diz çökmüş (veyatoplanmış) olarak görürsün. Her ümmet Kitab’ına (ameldefterinialmaya) çağrılır(, onlara şöyle denir🙂 “Bugün (dünyâda) yapmış olduklarınızın karşılığı verilecektir.” (denilir).

29. “Bu, size gerçeği söyleyen kitabımızdır. Çünkü (her) ne yapıyor idiyseniz biz (meleklere) yazdırıyorduk.” [bk. 17/14; 18/49; 75/13-15]

30. İman edip de iyi amellerde bulunanlara gelince, Rableri onları rahmetine erdirir. Bu da apaçık kurtuluş (vesaadet)in ta kendisidir.

31. Küfre sapanlara gelince: “Âyetlerim size okunmuş fakat siz büyüklük taslamış, (yüzçevirip) günahkâr bir toplum olmuştunuz, değil mi?” (denilecek.)

32. (Ey kâfirler!) “Allâh’ın vaadi gerçektir. (Kıyâmet) saat(in)de aslâ şüphe yoktur.” denildiği zaman: “O saatin ne olduğunu bilmiyoruz. Biz, ancak (onun) bir varsayım / bir kuruntu olduğunu sanıyoruz, kesin bilgi elde etmiş değiliz.” demiştiniz.

33. (Ogün) yaptıkları kötülükler, açığa çıkıp gözükecek ve alaya aldıkları şey(inazâbı) kendilerini kuşat(ıpmahved)ecektir.

34. (Kâfirlere âhirette) denilir ki: “Nasıl siz bu gününüze kavuşmayı unuttuysanız, bugün de biz sizi unutup bırakacağız; artık yeriniz ateştir, size yardımcı olanlar da yoktur.”

35. (Ey kâfirler!) “Bunun sebebi, Allâh’ın âyetlerini eğlence edinmeniz ve dünyâ hayatının sizi aldatmasıdır.” denilir. (Ey Peygamberim!) Artık bugün, onlar oradan çıkarılmayacak, kendilerinden (tevbeveitaatleAllah’tan) hoşnutluk dilemeleri kabul edilmeyecektir.

36. Her türlü övgü, ancak göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve bütün âlemlerin Rabbi Allah içindir.

37. Göklerde ve yerde büyüklük / ululuk ancak O’na mahsustur. O, mutlak gâliptir, tek hüküm ve hikmet sâhibidir.

27-37. (27).‘Göklerin ve yerin egemenliği Allâh’ındır.’ Yâni bunlara mâlik olan herşeye kâdirdir. Herşeyin mutlak egemenidir. Dolayısıyla âhiret gününün varlığı da kaçınılmazdır. ’Kıyâmet kopacağı gün, işte o gün, o bâtıla saplananlar’ Allâh’ı, peygamberlerine indirilmiş olduğu apaçık âyetleri inkâr eden, apaçık delilleri reddeden kimseler ‘hüsranda kalırlar.’ (S. HAVVÂ, 13/326)

(28).‘(Rasûlüm!) Sen her toplumu, diz çökmüş olarak görürsün. Her toplum Kitab’ına çağrılır: “Bugün (dünyâda) yapmış olduklarınızın karşılığı verilecektir.” (denilir).’ Yâni, mahşer meydanında o kadar heybetli ve korkunç bir manzara olacaktır ki, en şiddetli kibirliler bile korkudan diz çökmüş bir vaziyette çâresizlik içinde kalacaklardır. (MEVDÛDİ, 5/311)

İbn Kesir der ki: Bu durumun cehennemin getirileceği vakit olacağı söylenmektedir. Cehennem bir defa kaynayıp coştu mu, dizleri üzerinde çökmeyecek hiçbir kimse kalmayacaktır.’ (S. HAVVÂ, 13/326)

Hadis: İbn Ebi Hâtim senedini kaydederek, Rasûlullah (s)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: ‘Ben sizleri cehennemden beride tepe üstünde, dizüstü çökmüş görür gibiyim.’ (S. HAVVÂ, 13/333)

(29).“Bu, size gerçeği söyleyen kitabımızdır. Çünkü (her) ne yapıyor idiyseniz biz yazdırıyorduk.” ‘Çünkü Biz yaptıklarınızı yazıyorduk’ ifâdesinde geçen ‘yazıyorduk’ fiiliyle kâğıt üzerine kalemle yazmak anlamı kast edilmemektedir. Çünkü insanların davranışlarını kaydetmek için değişik metotlar kullanılabilir. Bu dünyâda bile insanoğlu davranışların kaydedilmesinde değişik metotlar geliştirilmiştir. Buna rağmen daha farklı metotların icat edilemeyeceğini de söyleyemeyiz. Dolayısıyla Allah Teâlâ insanların gizli ve açık davranışlarını, söz ve amellerini, istek, arzu ve düşüncelerini kim bilir nasıl kaydedecektir? Ve yine her şahıs, her grup ve her toplum amel defterlerini önünde nasıl bulacaktır? (MEVDÛDİ, 5/311)

(30).‘İman edip sâlih amel işleyenlere gelince; Rableri onları rahmetine’  yâni cennetine ‘kabul eder.’ Buna kalbiyle îman edip, organlarıyla şeriata uygun ve hâlis olan, sâlih amel işleyen kimseler hak kazanır. ‘Apaçık kurtuluş işte budur.’ (S. HAVVÂ, 13/326)  

(31).‘Kâfir olanlara gelince;’ onlara şöyle denilir: ‘Âyetlerimiz size’ dünyâda iken ‘okunmuş; siz de’ îman etmeyi kabul etmeyerek ‘büyüklenip günahkâr’ kâfir ‘bir kavim olmuştunuz, değil mi? (S. HAVVÂ, 13/326) (..) Yâni, sizleri Allâh’ın âyetlerini kabul etmekten alıkoyan kibrinizdir. Çünkü sizler, O’na teslim olmayı gurur konusu hâline getiriyorsunuz. (MEVDÛDİ, 5/311)

(32).Sizler dünyâda iken size ‘Allâh’ın’ amellerin karşılığını vereceğine dâir ‘vaadi şüphesiz haktır ve Kıyâmet günü şüphe götürmez, denildiği zaman siz demiştiniz ki: Kıyâmetin ne olduğunu bilmiyoruz’ Yâni bizler Kıyâmet diye bir şey tanımıyoruz; ‘ancak birtakım tahminlerde bulunuyoruz.’ Yâni bizler onun gerçekleşeceğini sâdece ağır basmayan bir vehim diye kabul ediyoruz. ‘Biz kesin bir bilgi elde etmiş değiliz.’ Bu konuda kesin bir bilgiye sâhip değiliz. (S. HAVVÂ, 13/326)

(33).‘Onlara’ yâni bu kâfirlere ‘işlediklerinin kötülükleri’ çirkinlikleri yâhut kötü amellerinin cezâsı ‘belli oldu’ ortaya çıktı ‘ve alaya aldıkları şeyler’ azap ve cezâ ‘kendilerini kuşattı’ başlarına geldi. Yâni onların alay etmelerine karşılık olarak alaya aldıkları cezâ ve azap onları kuşattı yâhut başlarına gelip çattı. (S. HAVVÂ, 13/326)

(34).‘(Kâfirlere âhirette) denilir ki: “Nasıl siz bu gününüze kavuşmayı unuttuysanız, bugün de biz sizi unutup bırakacağız; artık yeriniz ateştir, size yardımcı olanlar da yoktur.” ‘Bugün Biz de sizi unutuyoruz’ sözü, gerçek mânâsında değil, mecâzi olarak ’Unutulmuşçasına sizi burada devamlı azâba terk ederiz’ demektir. (KUR’AN YOLU, 5/23)

Hadis: Peygamber Efendimiz (s)‘in haber verdiğine göre Kıyâmet gününde Allah Teâlâ bâzı kullarına: ‘Benim sana iyiliklerim dokunmadı mı? Seni önemli yerlere getirmedim mi? Seni ev bark sâhibi yapmadım mı? Şunları şunları senin emrine vermedim mi? Seni başa geçirmedim mi?’ diye soracak. O da: ‘Evet yâ Rabbi bütün bunları bana verdin’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Peki, benim bu huzûruma geleceğini hiç düşünmedin mi?’ diye sorunca o kul: ‘Hayır, düşünmedim’ diyecek. İşte Cenâb-ı Hak da ona: ‘Sen beni nasıl unuttunsa, şimdi de ben seni unutuyorum’ buyuracak. (Müslim Zühd 16’dan, Ö. ÇELİK, 4/513)

(35).“Bunun sebebi, Allâh’ın âyetlerini eğlence edinmeniz ve dünyâ hayâtının sizi aldatmasıdır.” denilir. Artık bugün, onlar oradan çıkarılmayacak, kendilerinden (tevbeveitaatleAllah’tan) hoşnutluk dilemeleri kabul edilmeyecektir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlardan Rablerini râzı etmeleri istenmeyecek, aksine hesapsız ve râzılık dilemek söz konusu olmaksızın azap edileceklerdir. Tıpkı müminlerden bir kesimin azap ve hesap olmadan cennete gireceği gibi.’ (S. HAVVÂ, 13/327)

(36).‘Bütün övgüler, göklerin Rabbi, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a özgüdür.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni sizin de Rabbiniz, göklerin, arzın ve bütün âlemlerin yâni herşeyin Rabbi olan Rabbinize hamdediniz. Bu şekilde herkesi ve herşeyi kuşatan bir rablık, bu rabliğin emri altında bulunan herkesin O’na övgü ve senâda bulunması gerekir.’ (S. HAVVÂ, 13/327, 328)

(37).‘Göklerde ve yerde yücelik’ azamet, kudret, saltanat ve izzet ‘yalnız O’na âittir.’ Zîrâ bunların eserleri göklerde ve yerde zâhir olmaktadır. ‘O, azîzdir’ hiç yenik düşmez, ‘hakîmdir’ Her hüküm ve takdîrinde hikmet sâhibidir. Öyleyse O’na hamdediniz. Çünkü hamd O’na mahsustur. O’na itaat ediniz, çünkü O, herşeye gâliptir. Her işinde yüce hikmetler vardır. (İ. H. BURSEVİ, 19/78)  

Nesefi bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: ‘Yâni O’nu tekbir ediniz, ululayınız. Çünkü  göklerde ve yerde O’nun büyüklük ve azametinin etkileri açıkça ortadadır.’ (S. HAVVÂ, 13/328)

Hadis-i Kudsi: Allâh Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yücelik ve kudret benim elbisem, büyüklük te benim kıyafetim sayılır. Bunlardan biri kendisinde varmış gibi davranan olursa, onun cezâsını veririm.’ (Müslim Birr 136, Ebû Dâvud Libas 25’den Ö. ÇELİK, 4/513)