Nahl Suresi

16 / Nahl Sûresi

Mekke döneminde nâzil olmuştur. 128 âyettir. Nahl, “bal arısı” demektir. 68. âyette Rabbin bal arısına olan ilhamı anlatılmış ve bu kelime sûreye ad olarak verilmiştir. 95-97, 110, 126-128. âyetleri Medenî’dir. (H. T. FEYİZLİ, 1/266)  

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

16/1-2  ALLAH  YÜCEDİR

1. (Ey müşrikler!) Allâh’ın (azap) emri mutlaka gelecektir; artık onu acele istemeyin. O, (müşriklerin) ortak koştukları şeylerden münezzeh (tamâmenuzak) ve yücedir.

2. (Allah,) kullarından dilediğine melekleri, emri (demekolan) vahiyle indirir; “(insanları) uyarın, şüphesiz benden başka ilâh yoktur; emirlerime uygun yaşayın/karşı gelmekten sakının” diye.

1-2. (1).‘Allâh’ın (azap) emri mutlaka gelecektir.’ Müşrikler ilâhi azâbın geciktiğinden söz ederek sürekli alay ediyorlardı. Bu âyetle artık müminlere selâmet ve ilâhi yardım, müşriklere ise felâket zamanının geldiği bildirilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/443)

(..) Putperestler ‘Şâyet gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit hani ne zaman gerçekleşecek!’ (Yâsin 36/48). ‘Allâh’ım, eğer bu kitap  senin katından gelmiş bir  gerçekse gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı veren bir azap gönder!’ (Enfâl 8/32) gibi alay kabîlinden sözlerle, yapılan uyarıları ciddiye almadıklarını, bu uyarılara aldırış etmedikleri  takdirde sonlarının geleceğine, dünyâda ve âhirette cezâlandırılacaklarına en küçük bir ihtimal vermediklerini îmâ ediyorlardı. Âyet buna bir cevap teşkil etmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/376, 377)

(2).‘(Allah) kullarından dilediğine melekleri, emri (demekolan) vahiyle indirir.’ Elçiler indirir. ‘Kendi emrinden ruh (vahiy) indiriyor’ (Mümin 40/15) âyetinde olduğu gibi burada da ‘ruh ile’ ifâdesinden maksat vahiydir. (..) Yâni vahiy, Allâh’ın emirlerinden ruhsal bir şeydir ki, Allah Teâlâ onu kendi yanından melekleri ile kullarından dilediği kimseye indirir, emrini haber verir, bildirir. İşte kulu ve elçisi Muhammed Mustafa (s)’ya da diledi ve o rûhu (vahyi) indirdi. (ELMALILI, 5/228)  

Kastedilen Cebrâil (a.s.) olmakla birlikte, vahyi indirirken yanında başka melekler bulunduğu için ‘melekler’ şeklindeçoğulkalıbıkullanılmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 10/307)   

16/3-8  İNSAN,  KÂİNAT  VE  HAYVÂNÂTIN  YARATILIŞI

3. Gökleri ve yeri hak (birnizam) ile (ve hikmete uygun olarak) O yarattı. O, onların ortak koştuklarından yücedir.

4. O, insanı meni(dekisperma)dan yarattı. (Böyleiken) bir de görürsün ki o, (kâfir insan büyüyüpyetişinceAllahhakkında) apaçık tartışan bir düşmandır. [krş. 36/77]

5. (Büyükveküçükbaş) hayvanları da yarattı, onlarda sizin için ısıtacak (vekoruyacak) şeyler ve birçok menfaatler vardır. Onlar(ınetindenveyağın)dan da yersiniz.

6. (Onları) akşamleyin getirdiğiniz, sabahleyin merâya/otlamaya saldığınız zaman onlarda sizin için bir güzellik (vezevk) vardır.

7. (Ohayvanlardanbâzısı) ağırlıklarınızı yüklenip sizin ancak (binbirtürlü) zahmetle (veyayarıcanınızıtüketerek) varacağınız bir memlekete taşırlar. Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir. [bk. 23/21-22; 40/79-81; 43/12-14]

8. Atları, katırları ve merkepleri, hem kendilerine binmeniz için hem de süs (hayvanı) olarak (yarattı). O, sizin henüz bilemeyeceğiniz nice (binecek) şeyleri de yaratır. [bk. 16/80-81]

3-8. (3).‘(Allah) gökleri ve yeri hak ile yarattı.’  ‘hak ile’: boş yere ve hesapsızca değil de, hikmetle ve bir nizam içerisinde yarattı. (İ. H. BURSEVİ, 10/313)

‘Gökler’ kelimesine; arzın dışındaki Güneş, Ay, yıldızlar, gezegenler, kısaca bütün varlıklar; ‘arz’ kelimesine ise toprak, su, mâdenler, ağaçlar, bitkiler, denizler, hayvanlar, canlı ve cansız diğer varlıklar dâhildir. ‘Hak’ gerçek, vakıaya uygun, olması gereken ve önemli bir maksat ve amaca uygun olandemektir. ‘Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı’ cümlesi, hem bütün varlıkları yaratanın Allah olduğunu, hem her bir varlığı boş yere değil, bir amaca uygun olarakyarattığını ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/64)

(4).‘O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bakarsın ki, (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.’ Oldukça güçsüz ve hakir bir damla sudan yarattı. İnsan, kendini bağımsız hissedip büyüyünce, Yüce Rabbiyle tartışmaya (ya da itiraz etmeye) yeltenip, düşmanlık etmekte, onu yalanlamakta, rasullerine karşı savaş vermektedir. Hâlbuki insan, O’na ibâdet eden bir kul olsun diye yaratılmıştır. (S. HAVVÂ, 7/513)

‘apaçık bir mücâdeleci kesilir.’  Kendini savunma yolunda çok konuşan bir tartışmacı ve mücadeleci hâline gelir. Veya aslını unutur da, yaratıcısına karşı bile açık bir düşman olur. Ona karşı ortak koşmaya, mantık ve felsefeden bahsetmeye kalkışır. (ELMALILI, 5/230)

Yaratılma oluşumunu iyice düşünen, aklını nefsânî ve şeytânî hislerin güdümünden kurtaran insan, yaratan Rabbine saygı duyar ve emirlerine uyar. Çünkü “kendini (yaratılışını ve gâyesini) bilen, Rabbini bilir” ifâdesiyle Allâh’a karşı başkaldırı aptallığında bulunamaz.) (H. T. FEYİZLİ, 1/266)

(5).‘Hayvanları da O yarattı.’  5. 6. Âyetlerde, maddi ve psikolojik faydaları yanında et, süt ve tüylerinden istifâde için yaratılan hayvanlar, en’am  adıyla anılmaktadırlar. Bunlar koyun, keçi, sığır ve devedir. (KUR’AN YOLU, 3/379)

(8).‘Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve (gözlere) ziynet olsun diye yarattı.’  8. Âyette at, katır ve eşek cinsinden diğerlerinden ayrıca zikredilmiş, bunların taşıma aracı ve ziynet olarak yaratıldığı belirtilirken, etlerinden ve sütlerinden söz edilmemiştir. (KUR’AN YOLU, 3/379)

İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik, 5’nci âyeti delil alarak at, katır ve merkebin etlerinin yenmeyeceği ictihâdındabulunmuşlardır. Çünkü yüce Allah 5’nci âyette ‘en’am’ yâni koyun, keçi, sığır, manda ve devenin etinden yemeniz için yarattı denilirken ‘Allah binmeniz ve ziynet olması için atları, katırları ve merkepleri yarattı’ anlamındaki 8’nci âyette atları, katırları ve merkepleri binmek ve ziynet için yarattı, denilmiştir. İmam Şâfii ve İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre at eti helâldir. (İ. KARAGÖZ 4/68)

‘Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakilvâsıtaları) yaratır.’ Bu buyrukta bir mûcize vardır. Bu âyetin indiği dönemde bilinen binek araçlarını zikrettikten sonra, bu âyetin indiği dönemde insan(lar)ın bilmediği birtakım bineklerin gelecekte yaratılacağına işâret etmektedir. (S. HAVVÂ, 7/523)

‘O sizin bilmediğiniz daha nice canlıları yarattı.’ Hayvanların yeme, taşıma ve güzellik için yaratıldığı at, katırveeşeğinise binekve zînet için yaratıldığı bu şekilde vurgulanıyor. Böylece insan düşüncesinde bu alanın kapısı açık bırakılmış oluyor. Tâ ki insanın kendisi taşıma, ulaştırma, binek ve zînet eşyâsı araçlarına yenilerini ilâve edebilsin. Düşünceleri, çevrelerinin sınırını taşıyarak içinde yaşadıkları zaman dilimini aştığında donuklaşmasın. (..) İslâm, hayâtın tüm enerjilerini ve hayâta ilişkin tüm planlamaları karşılayacak özelliklere sâhip, açık ve esnek bir inanç sistemidir. Bu nedenle Kur’an zihinleri ve kalpleri, insan gücünü, bilgisini artıracak, geleceğini bayındır hâle getirecek her türlü gelişmeyi algılamaya hazırlar. Yaratılış, ilim ve hayâtın, olağanüstü evrelerinden ortaya çıkan her yeniliği algılamaya müsâit, açık ve dîni bir vicdâna sâhip olmalarını sağlar. (..) Yük, taşıma, binek ve süs araçları oldukça gelişmiştir. Bu gelişmeleri o zamânın insanları bilmiyorlardı. İlerde de birtakım gelişmeler olacak ve günümüz insanlarının bilmediği bir dizi yeni araçlar bulunacaktır. Kur’ân-ı Kerim hiçbir donukluğa ve taşlaşmaya yer vermeden kalpleri ve zihinleri bu yeni gelişmeleri hazırlamaya çalışır. (S. KUTUB, 6/513)

16/9  YOLUN  DOĞRUSU  ALLÂH’INDIR

9. Yolun doğrusunu bildirmek Allâh’a âittir. Ondan sapan (eğriyol)lar da vardır. O dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.

9-9. ‘Yolun doğrusu Allâh’ındır, yolun eğrisi de vardır.’ Yollardan kimisi doğruluktan uzak, eğri büğrüdür. İbn-i Abbas’a göre bunlar değişik yollar, görüşler ve farklı farklı hevâlardır. Yahûdilik, hıristîyanlık ve mecûsilik gibi. (S. HAVVÂ, 7/517)

‘Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.’ Allah, bu konuda (hidâyet) insanları özgür bıraktı. Tercihlerinin sonucundan da sorumlu tuttu. (KUR’AN YOLU, 3/380)

Yüce Allah, kendisine ibâdet etmeleri için yarattığı (51/56) insanları îman ve ibâdete zorlamamış (2/256), îman edip etmemekte özgür bırakmış, ‘(EyPeygamberim!) De ki: ‘Hak, Rabbinizdendir, artık dileyen îman etsin, dileyen inkâr etsin’ (18/29) buyurmuştur. Eğer Allah dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi kesinlikle îman ederlerdi. (10/99, 11/118) Çünkü yüce Allah; ölümü ve hayâtı, insanların hangilerinin daha güzel amel yapacağını denemek (sınamak) için yaratmıştır. (67/2). Bu özgürlük içerisinde insanların kimisi mümin, kimisi kâfir olmaktadır. (64/2; İ. KARAGÖZ 4/70)

16/10-18  SAYISIZ  NİMETLER

10. Gökten sizin için su indiren O’dur. İçilecekler bundandır. İçinde (hayvanları) otlattığınız bitkiler de bundandır. [bk. 15/22; 39/21; 56/68-70]

11. (Allah) size onunla; ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her meyveden bitiriyor. Şüphesiz bunda düşünen kimseler için elbette (biribretveAllâh’ınkudretine) deliller vardır. [bk. 6/99; 7/57; 27/60]

12. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emriyle boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bun(larınherbirin)de aklını kullanan bir toplum için deliller / ibretler vardır.

13. Yeryüzünde yarattığı rengârenk şeyleri de sizin istifâdenize vermiştir. Bunda öğüt alan kimseler için elbette bir ibret (alacağıdersler) vardır.

14. Kendisinden tâze et (balık) yemeniz ve ondan (inci, mercangibi) giyineceğiniz (takınacağınız) bir ziynet çıkarmanız için denizi istifâdenize sunan da O’dur. Gemilerin de denizde (suları) yara yara akıp gittiğini görürsün. Bu da, (Allâh’ın) lütfundan (nasip) arayasınız ve (O’na) şükredesiniz diyedir.

15-16. Yeryüzü sizi sarsmasın diye (Allah) yeryüzünde sağlam/sâbit dağları, yolunuzu bulasınız diye de ırmakları, yolları ve nice işâretleri var etti (ki,bunlar) ve yıldızlarla (insanlar) yollarını bulurlar. [bk. 21/31; 79/32]

17. Hiç yaratan (Allah), yaratmayan gibi midir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?

18. Eğer Allâh’ın nîmetini saymak isteseniz onu sayamazsınız. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

10-18. (10).‘Gökten sizin için su indiren O’dur.’ Hayâtın varlığı tümüyle suya bağlıdır. Suyun yararlanılabilir hâle gelmesi de yağmura bağlıdır. Bütün gezegenler içinde dünyânın bilinen en farklı özelliği, Allâh’ın burada suyu yaratmış olmasıdır. (KUR’AN YOLU, 3/382)

Su, insan ve hayvan dâhil her canlının hayat kaynağıdır. Yüce Allah, her canlı şeyi sudan var etmiştir. (21/30). Suyu yaratan ve bulutta toplayan, yeryüzüne çisenti, yağmur ve kar şeklinde indiren yüce Allah’tır. Su olmasaydı insanlar ve hayvanlar yaşayamaz, toprakta hiçbir ürün yetişmezdi. Yağmur yağmasa, canlılar su bulamaz ve yok olurlardı. Yanıcı olan iki hidrojen ile yakıcı olan bir oksijenden oluşan suyun aynı zamanda ateşi söndürücü olması, Allâh’ın varlığının açık delili, insan, hayvan ve canlıların en çok muhtaç olduğu bir nîmetidir. (İ. KARAGÖZ 4/71)  

(12).‘O geceyi, gündüzü, güneşi ve ay’ı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allâh’ın emri ile hareket ederler.’   Geceyivegündüzü dinlenmek, çevreyi görmek ve başka maksatlar için, güneş ve ayı; bunların her birisi hayâtın elverişliliğini sürdürmesi konusunda yardımcı olmak üzere üzerine düşen görevi yerine getirmektedir. (..) Yerküresi güneş sisteminin bir parçasıdır. Güneş sistemi ise, içinde bulunduğu galaksinin bir parçasıdır. Galaksi ise, bu uçsuz bucaksız kâinatın bir parçasıdır. Yıldızlar yeryüzünde yaşayan insanlara hizmette bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 7/517, 518)

(11, 12, 13).‘İşte bunda düşünen bir topluluk için büyük ibret vardır.’ (11. âyet), ‘Bunda aklını kullanan bir topluluk için önemli ibretler vardır.’ (12. âyet). ‘Bunda düşünüp taşınan bir kavim için büyük ibret vardır.’ (13. âyet). Âyetlerde sözü edilen ilâhi kudret akışları ve azamet tecellileri karşısında kulun his ve idrâkinin harekete geçebilmesi için onun yapması gereken üç mühim göreve dikkat çeker: (a) Tefekkür: Etraflıca ve sistemlice düşünmek; (b) Te’akkul: Aklını kullanmak; (c) Tezekkür: Düşünüp ibret ve öğüt almak. (Ö. ÇELİK, 3/50) (..) Böylece üç âyette de varlık ve olaylardaki ‘âyet’ kelimesiyle ifâde edilen gizli ve derin anlamları delilleri anlayıp kavrayabilmek, sonuçta ilâhi hakikatlere ve hidâyete ulaşabilmek için insanın mutlaka zihin yeteneklerini, aklını kullanması gerektiği bildirilmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/383)

(14).‘O Allah, denizden (avlayıp) tâze et yemeniz ve..’ ‘..tâze et’ ile maksat,deniz ürünleridir. Hanefi müctehidler, deniz ürenlerinden sâdece balık türlerinin helâl olduğunu, diğer canlıların yenmeyeceği ictihâdında bulunmuşlardır. (..) Tefsir ettiğimiz âyete ‘tâze et’ Mâide sûresinin 96’ncı âyetinde ‘deniz avı’ denilerek ayırım yapmadan deniz ürünlerinin helâl olduğu bildirilmektedir. Bu itibarla balık dışındaki mide, kurbağa ve tengeç gibi su hayvanlarının etleri müctehidlerin çoğunluğuna göre – kendiliğinden ölmüş olsalar bile – helâldir.(İ. KARAGÖZ 4/74)

‘.. denizi hizmetinize verendie.’ Yüce Allah, suya kaldırma gücü vermiştir. Bu sâyede gemiler, yelkenler ve tekneler batmaz. Büyük gemiler ile insanlar taşımacılık yaparlar. Bunlar denizin maddi faydalarıdır. Ama âyette denizin sâdece bunlar için değil; ayrıca insanlar, onu yaratan ve nîmetlerle donatan Allâh’ı tanıyıp şükretsinler ve böylece denizi mânevi bakımdan da bir nîmet olarak değerlendirsinlerdiye onların hizmetine verdiğine dikkat çekilmektedir. Şu hâlde 10-11’nci âyetlerde ifâde buyurulduğu üzere tatlı yağmur suyunutürlü ürünleriyle insanlara ve genel olarak tabiata bahşeden yüce Allah, tuzlu deniz suyunu da nîmetlerle donatarak yararlı kılmıştır. Bu da Allâh’ın derin hikmetinin anlamlı tecellilerinden biridir. (İ. KARAGÖZ 4/75)

(15, 16).‘O sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sâbit dağlar, nehirler ve yolunuzu bulmanız için de yollar koydu.’ Jeolojide bilindiği gibi, eğer dağlar olmasaydı yeryüzü kabuğu paralanır, volkanlar faaliyete geçer ve zelzeleler o kadar çok meydana gelir ki, yaşamak imkânsızlaşır. (S. HAVVÂ, 7/519)

‘’Daha nice alâmetler (yarattı)’ Yeryüzünün, o dönem insanlarının henüz bilmedikleri, zamanla fiziki coğrafya, jeoloji, biyoloji gibi bilimlerin gelişmesi ile keşfedilecek olan daha başka sırlar taşıdığına işâret edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/384)

(18).‘Allâh’ın nîmetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız.’ Onların sayısını tespit edemezsiniz. Gücünüz buna yetmez. Onlara karşı hakkıyla şükretmek bir tarafa, böyle bir sayım dahi yapamazsınız. (S. HAVVÂ, 7/519)

(..) İnsanınaklı, gözlerinin görmesi, kulaklarının duyması, dilinin konuşması, kalbinin çalışması, ellerinin tutması, ayaklarının yürümesi birer nîmettir. Allâh’ın yeryüzünde bulunan herşeyi insanlar için yaratması (2/29), göklerde ve yerde bulunan herşeyi insanların hizmetine sunması (31/20), Allâh’ın nîmetlerinin sayılamayacak kadar çok olduğunu ifâde eder. İnsanlara düşen görev, bu nîmetleri vereni bilmek, O’nun varlığına ve birliğine îman etmek, O’na ibâdet ve itaat etmektir. (İ. KARAGÖZ 4/78)  

‘Gerçekten Allah, çok bağışlayan, pek esirgeyendir.’ Allah şükür konusunda noksanlığınızı örter ve bağışlar. Rahmeti ve nîmeti büyüktür. İsyânınızdan dolayı mahrûmiyeti hak etseniz de, Allah sizden nîmetini hemen kesmez. Küfrân-ı Nîmete nankörlük göstermenizden dolayı cezâ vermekte acele etmez. (İ. H. BURSEVİ, 10/351)

O, insanları hemen cezâlandırmaz. Aksine onlara mühlet verir. Çünkü O, rahimdir, hâlimdir. Bu, hem bireyler, hem de toplumlar için geçerlidir. (MEVDÛDİ, 3/19) 

16/19-25  ALLAH  GİZLEDİĞİNİZİ  SAKLADIĞINIZI  BİLİR

19. (Ey İnsanlar!) Allah, gizlediğiniz şeyleri de açıkladığınız şeyleri de bilir.

20. (Omüşriklerin) Allah’tan başka yalvarıp taptıkları ise hiçbir şey yaratamazlar. Zâten kendileri yaratılmaktadırlar.

21. (Putlar) diri değil, ölüdürler. (Bundandolayıbuheykelputlar, gerekkendilerinin, gerekkendilerineseremoniyapan/tapınanların) ne zaman dirileceklerini de bilmezler.

22. (Ey insanlar!) İlâhınız tek bir ilâhtır. Fakat âhirete inanmayanların kalpleri bu gerçeği inkâr eder. Onlar, büyüklük taslayanlardır. [bk. 38/5; 39/45]

23. Şüphe yok ki Allah, (onların) gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir (vegörür). O, büyüklük taslayanları (aslâ) sevmez.

24, 25. Onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman: “Evvelkilerin masallarını!” derler. [bk. 25/5-9] 25. (Böylesöylemelerivegünahlararehberliketmeleri) kıyâmet gününde, hem kendi günahlarını tam olarak hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarını da yüklenip taşımaları içindir. Bir bakın hele, yüklendikleri şey ne kötüdür!

19-25. (21).‘(Onlar) diri değil, ölüdürler, ne zaman dirileceklerini de bilmezler.’ Âyet-i kerîmede, hem putlara hem de onlara bağlanıp tapınanlara bir alay ifâdesi vardır. Ey müşrikler! Aklınızın basitliğinden/ilkelliğinden mi yoksa Allâh’ı ve O’ndan gelenleri gündemde tutmama inadınızdan mı onlara bağlanıyorsunuz? İslâm öncesi Arap müşrikleri, putlarının önüne gider dilek ve şikâyetlerini dile getirirlerdi. Hatta uzak bir yerden/yoldan gelenler önce putlarını ziyâret eder, sonra evlerine / işlerine giderlerdi. (H. T. FEYİZLİ, 268)

(22).‘İlâhınız bir tek ilâhtır.’ Bu cümle, tevhid inancının en kısa ifâdesidir. Bu ilkeyi benimsemek Müslüman olmanın birinci şartıdır. Oysa müşrikler, putlara tapmakla ya da onları aracı kabul etmekle bu ilkeyi ihlâl etmişlerdir. (KUR’AN YOLU, 3/387)

‘O büyüklük taslayanları asla sevmez.’ İblisin başlangıçta Yüce Allâh’a karşı gelmesinin nedeni, Hz. Âdem’i küçümsemesi ve kendisini üstün görmesidir. Bu büyüklük taslama, onun ilâhi rahmetten uzaklaşmasına yol açmıştır. Bu yüzden Allah Teâlâ, insanların gerek kendisine ve gerekse birbirlerine karşı büyüklük taslamasını istemez. H. DÖNDÜREN, 1/443)

Hadis: Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez. Yine kalbinde zerre ağırlığınca îman olan da cehenneme girmez. (Müslim Îman 47, Ö. ÇELİK, 3/52)

Hadis: ‘Kibir hakkı kabul etmemek ve insanları aşağı görmektir. (Müslim) (..) Hakka karşı kibir inkâr, halkak arşı kibir büyük günahtır. Âhirete îman etmek, îman esaslarından biridir. Âhiret hayâtına îman etmeyen kimse, mümin ve Müslüman olamaz. (Müslim Îman 147; İ. KARAGÖZ 4/81)

(24).‘Onlara: Rabbiniz ne indirdi? Denildiği zaman, ‘öncekilerin masalları’ derler.’ Anlatıldığına göre putperest Araplar’dan bâzıları, peygamberin huzûruna gidenlerin önlerine geçer, ‘senin ondan duyacakların, eskilerin masalları’ diyerek, onları geri çevirmeye çalışırlardı. (KUR’AN YOLU, 3/389)

‘eskilerin masalları’: İndiğini iddia ettiğiniz şeyler, önceki toplulukların haberleri ve asılsız rivâyetleridir. Aslında indirilen bir şey yoktur. Onun okudukları, eskilerin hikâyeleridir, derler. (İ. H. BURSEVİ, 10/359)

(25).‘..(saptırdıklarının) günahlarını yüklenmeleri içindir.’ Hemkendigünahlarınınyükünü, hem de kendilerine itaat edenlerin günahlarını yüklenirler. Ve bununlabirlikte kendilerine itaat edenlerin azâbından hiçbir şey de hafifletilmez, azaltılmaz. (S. HAVVÂ, 8/13)

Bu iki âyet-i kerîmede görüldüğü gibi, Allâh’ın indirdiğini beğenmeyip kendi benlikleri/hevâ ve hevesleri doğrultusunda bâtıl yolu tercih eden ve diğer insanları da bu yola götürmede önderlik edenler ve onların peşinden gidenler, işlenen günahlarda ortaktırlar.) [krş. 2/165-167] (H. T. FEYİZLİ, 1/268)

Hadis: ‘İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevâbı gibi sevap verilir. Bu durum, ona uyanların sevaplarından da hiçbirşey eksiltmez. İnsanları sapıklığa çağıran kimseye de, kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Bu durum, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksiltmez. (Müslim İlim 16; Ebû Dâvud Sünnet 6’dan Ö. ÇELİK, 3/53) 

16/26-29  KİBİRLİLERİN  YERİ  NE  KÖTÜDÜR

26. Onlardan (yânimüşriklerden) öncekiler de (peygamberlerine) hile (vetuzak) kurmuşlardı da Allah(’ınazâbı), onların binâlarını temellerinden (yıkmakiçin) gelmiş, üstlerindeki tavan başlarına çökmüştü. Bu azap onlara fark etmedikleri yerden gelmişti.

27. Sonra kıyâmet günü Allah müşrikleri rezil edecek ve (onlara) şöyle diyecektir: Uğruna (Peygamber ve müminler ile) mücâdele ettiğiniz ortaklarım, (bana ortak koştuğunuz putlar hani) nerede? Kendilerine ilim verilenler (şöyle) derler: Şüphesiz bugün rezillik, aşağılık ve kötülük kâfirlerin üzerinedir.

28. (Ama, Allâh’ınemirlerinihiçesayıpküfürveşirkyolunasaparak) kendilerine zulmederlerken meleklerin canlarını alacağı kimseler (ölümânında): “Biz hiç kötülük yapmazdık.” (küfreveşirkesapmazdık) diyerek teslim olur (merhametumar)lar. Hayır! Şüphesiz ki Allah, yapmakta olduğunuz şeyleri hakkıyla bilendir. [krş. 4/97-98]

29. (Melekler kâfirlere şöyle derler) O hâlde içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. (Îmanveİslâm’akarşı) büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!

26-29. (26).‘Kendilerinden öncekiler de düzen kurmuşlardı.’ ‘Bunlardan öncekiler’ ifâdesiyle kimlerin kastedildiği husûsunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak Râzi’nin de belirttiği gibi âyeti, doğru yolda gidenlere zarar vermek için entrikalar peşinde olan ve bunun cezâsını gören bütün bâtıl taraftarlarının kastedildiği yönünde yorumlamak daha isâbetli görünmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/389)

Onlar kendi bâtıl felsefeleri üzerine bir yapı kurmuşlardı. Tıpkı günümüzde küfür ve dalâlet partilerinin temelinin aslı küfür olan felsefeler üzerinde kurulması gibi. Bütün bunların ortak maksadı ise, İslâm’a karşı düzen kurmaktır. Bunların birçoğunun bu yapılarının nasıl yıkıldığını, yaptıklarının nasıl tepelerine geçtiğini, onları yok ettiğini çokça görmüş bulunuyoruz. ‘…ve tavanları başlarına yıkıldı. Yaptıklarının tavanları üzerlerine çöktü ‘ve azap onlara’ dünyâ hayâtında ‘hissedemeyecekleri taraftan geldi.’ Ummadıkları, beklemedikleri yerden geldi. (S. HAVVÂ, 8/14)

(27).‘Sonra da Kıyâmet gününde onları rezil eder.’ Onların rezâletlerini açıkça ortaya koyar. Kalplerinin gizlediklerini ortaya çıkartır; onların başkalarına açıklamadıkları düzenlerini, tuzaklarını açığa çıkartır; bütün yaratıkların gözü önünde onları rezil eder. (..) ‘ve der ki, haklarında tartıştığınız benim’ sözde ‘ortaklarım nerede?’ ‘Kendilerine’ bukonumda bilgi verilmiş olanlar’ bunlar peygamberler, ilim adamları, bu müstekbirleri Allâh’ın yoluna dâvet eden, öğüt veren Rabbânilerdir. (..) İşte sözü geçen bu konumda da bu efendi ilim sâhipleri şöyle diyeceklerdir: ‘Doğrusu bugün rezillik’ herkesin gözü önünde bütün âdiliklerinin ortaya çıkarılması ‘ve azap, kâfirleredir.’ Bu rezillik ve azap, onları örtecek ve kuşatacaktır. (S. HAVVÂ, 8/14, 15)  

Müşrikler kendileri gibi, putlara ve putlaştırdıklarına saygı duymayan, tâğûtlarla uzlaşmayan, fakat Allâh’ın indirdiği ilkelere göre yaşamak isteyen mü’minlere düşman kesiliyorlardı.) [bk. 4/44] (H. T. FEYİZLİ, 1/269)

(28).‘Kendilerine kötülük ederlerken canlarını meleklerin aldığı kimseler ‘Biz hiçbir kötülük yapmadık’ diyerek boyun büküp teslim olurlar.’ (..) Müslümanlara karşı sergiledikleri kibirli ve düşmanca tavırlarının aksine bir davranış sergileyerek ‘Biz hiçbir kötülük yapmadık’ diyecekler. Fakat melekler veya müminlerin âlimleri ya da bizzat Cenâb-ı Hak ‘Hayır, Allah yaptıklarınızı çok iyi bilmektedir’ diyerek yalanlarını yüzlerine vuracak, sonuçta Allâh’ın dînine ve peygamberine karşı büyüklük taslayanlar hak ettikleri cehenneme atılacaklardır. (KUR’AN YOLU, 3/390)

(29).‘O hâlde içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. (Îmanveİslâm’akarşı) büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!’ Rasûlullah (s), kibri,  insanları küçük görmek ve hakkı kabul etmemek olarak açıklamıştır. Rabbâni âlimlerden bilgi almak istememek, onlara itaat etmemek, onlara alçak gönüllü davranmak istememek gibi davranışlar, onların hakkını vermemek kapsamına dâhildir. (S. HAVVÂ, 8/16)

‘.. mütekebbirler’, hakka karşı kibirlenen kâfirler, müşrikler ve dinsizlerdir. Îman ve ibâdet etmeye tenezzül etmeyenlerin yeri cehennemdir. Cehennem hayâtı sonsuzdur. Çünkü cehennemde ölüm yoktur. (44/56). Kâfirler, cehennemde ebedi olarak kalacaklardır. ‘.. içinde ebedi kalanlar’ ifâdesi, bu anlamı belirtmektedir. Cehennem çok kötü bir yerdir. Çünkü orada kâfirler, ateşte yanarlar (4/56), üzerlerine kaynar su dökülür (44/47-48), kaynar su ve irin içirilir 14/14-17; 47/15) ve boyunlarına demir halkalar vurulur. (13/5; İ. KARAGÖZ 4/88)

16/30-34  GÜZEL  DAVRANANA  GÜZEL  MÜKÂFAT

30. Allâh’a karşı gelmekten sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildi. Onlar da: “Hayır / iyilik (indirdi).” dediler. Bu dünyâda güzel davrananlara güzellik (çokiyimükâfatlar) vardır. (Onlariçin) âhiret yurdu elbette daha hayırlıdır. (Günahlardan) sakınan/Allâh’ın emrine uygun yaşayanların yurdu (cennet) gerçekten ne güzeldir!

31. (Ogüzelyurt,) Adn cennetleridir ki o kimseler oraya girecekler. Onun alt tarafından ırmaklar akar, onlar için orada istedikleri (her) şey vardır. Allah, takvâya eren (ihlâslaemrineuygunyaşayan)ları böyle mükâfatlandırır. [bk. 41/30-32; 43/71]

32. Bunlar, meleklerin (sıkıntı ve acı vermeden) iyi ve hoş olarak canlarını alacakları kimselerdir. (Melekleronlara🙂 “Size selâm olsun, yaptıklarınızdan dolayı girin cennete!” derler. [bk. 41/30-33]

33. (Oinkârcılar) kendilerine, ancak meleklerin gelmesini veya Rabbinin (azap) emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yaptı. Allah onlara zulmetmedi, fakat (inkârlarıyla) onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

34. Nihâyet yaptıkları kötülükleri (veAllâh’a / emirlerinebaşkaldırıları) onları çarptı ve kendisiyle alay edip durdukları şey(inazâbı) kendilerini kuşattı. [bk. 52/14]

30-34. (30).‘Bu dünyâda güzel davrananlara, güzellik vardır.’    İhsan, şeriat ıstılâhında daha iyi olanı, bu amelde bulunurken Allâh’a ihlâs ile birlikte yapmaktır. Cebrâil, peygamber (s)’e ihsânın ne olduğunu sorarken şöyle buyurmuştur: ‘O’nu görüyormuşçasına Allâh’a ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan dahi, O seni görmektedir. ‘ (S. HAVVÂ, 8/21)

Hasene: Yüce Allâh’ın dünyâda vereceği iyilik, bâzan huzur ve güvenlik olabilir, bâzan yardım ve zafer olabilir. (S. HAVVÂ, 8/18)

‘Bu dünyâda iyi davrananlara iyilik vardır. Âhiret yurdu ise daha hayırlıdır.’ BöylelikleYüceAllah, âhiret yurdunun dünyâ yurdundan daha hayırlı olduğunu, âhiretteki mükâfatların dünyâdaki mükâfatlardan daha üstün olduğunu belirtmektedir. Kulun iyilik ve güzellik yapması îman ve sâlih amel işlemesi ile olur. Yüce Allah, Kitâb-ı Kerîmi’nin birden çok yerinde ihsan edenlerin târifini yapmış bulunuyor. (..) Yüce Allâh’ın dünyâda vereceği iyilik bâzan huzur ve güvenlik olabilir, bâzan yardım ve zafer olabilir, bâzan bütün bunlar ve bunlarla birlikte başkaları da olabilir. İşte bu bakımdan ‘hasene’ kelimesi belirtisiz olarak (nekre) kullanılmıştır. (S. HAVVÂ, 8/18)

(31).‘(Ogüzelyurt,) Adn cennetleridir ki o kimseler oraya girecekler. Onun’ ağaçlarının ve köşklerinin ‘alt tarafından ırmaklar akar, onlar için orada istedikleri (her) şey vardır.’  Hadis: ‘Bulut, cennet ehlinden, oturmuş içen bir grubun yanından geçerken, onlardan her kimin canı ne çekerse, mutlaka o buluttan o şey, üzerlerine yağar. O kadar ki, aralarından: Üzerimize yaşları eşit gencecik kızlar yağdır, diyecek ve bu olacaktır.’ (S. HAVVÂ, 8/18)

(32).‘Bunlar, meleklerin iyi ve hoş olarak canlarını alacakları kimselerdir. (Melekleronlara🙂 “Size selâm olsun, yaptıklarınızdan dolayı girin cennete!” derler.’ Vefatları güzel, kolay, zorluksuz ve acısız olarak alırken, bir taraftan da korkmamaları ve üzülmemeleri için onlara selâm verecekler ve onları, yaptıkları sâlih amelleri sebebiyle cennetle müjdeleyeceklerdir. (Fussilet, 41/30-32) (Ö. ÇELİK, 3/57)

Melekler müttakilerin canlarını alırken müminlerin dünyâda selâmlaştığı selâmın aynısı olan ‘selâmün aleyküm’ diye selâmlarlar. Meleklerin ‘selâm size’ demeleri, müminleri her türlü sıkıntıdan ve kabir azâbından güvende olduklarını bildirmelerine yöneliktir. (..) Melekler, müttakileri cennetle müjdelerler (41/30-32), cennete girin, derler. Müttaki müminlerin kabir hayâtı, cennet hayâtı gibi olur. Kıyâmet kopup dirildikten ve hesaba çekildikten sonra melekler, cennet kapılarında mümileri selâmlayacaklar ve ‘sizler ne iyi insanlarsınız, buyurun cennete girin’ diyecekler. (39/73; İ. KARAGÖZ 4/91)

(33).‘(Oinkârcılar) kendilerine, ancak meleklerin gelmesini veya Rabbinin (azap) emrinin gelmesini mi bekliyorlar?’    Rabbinin emrinden maksat, Bedir gününde olduğu gibi öldürülmek, depremle yerin dibine geçirilmek, firavun gibi suda boğulmak, azap kamçısı ya da taş yağmuru yağdırılması emridir. (Ö. ÇELİK, 3/57)

(Helâk etmekle) Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar (inkâr ederek) kendilerine zulmediyorlardı.’ İnsanların nefislerine zulmetmeleri; şirk, küfür, nifak, isyan ve günah işleyerek ilâhi hükümlere ve sınırlara tecâvüz ederek, emredilen görevleri terk ederek, yasaklanan fiilleri işleyerek kendileriniilâhiazâbamâruzbırakmaları., cezâyı hak etmeleri; îman, ihlâs, ibâdet ve itaatle elde edecekleri nîmet ve ödülleri kaybetmeleri, böylece kendilerine zarar vermeleri, kendi haklarını ve sevaplarını eksiltmeleri, dünyevi ve uhrevi menfaatlerini kaybetmeleri demektir. ‘Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.’ (10/44; İ. KARAGÖZ 4/92)

16/35-40  BİZE  DÜŞEN  ANCAK  TEBLİĞ

35. Müşrik olanlar: “Eğer Allah dileseydi, biz de babalarımız da O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O’nun (emri) dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık.” dediler. Kendilerinden öncekiler de böyle yaptı. (KendisuçlarınıAllâh’ayüklemekistediler.) Peygamberlerin üzerine düşen görev apaçık bir tebliğdir.

36. Andolsun ki biz her topluma: “Allâh’a kulluk edin ve (tanrılıktaslayan) tâğûttan kaçının.” diye tebliğde bulunan bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah (niyetvegayretinegöre) hidâyet etti, kiminin hakkında da (inkârda ısrarları sebebiyle) sapıklık (sıfatı) kesinlik kazandı. İşte, gezin dolaşın yeryüzünde de (peygamberleri) yalanlayanların sonu nasıl oldu bakın! [Tâğûtiçinbk. 2/256-257 ve 4/60, 76; 96/6-7 açıklamaları]

37. (EyMuhammed!) Sen onların doğru yolda olmaları için ne kadar çırpınsan da şüphe yok ki Allah, (kötüniyetveamellerindendolayı) sapıklıkta bırakacağı kimseleri doğru yola iletmez. Onların bir yardımcıları da yoktur.

38, 39. Onlar: “Ölen kimseyi Allah diriltmez.” diye var güçleriyle Allâh’a yemin ettiler. Hayır! (Âhiretiçindiriltecektir. Bu,) O’nun kendisinin üzerine (aldığı) gerçek / kesin bir vaadidir. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Allah,) hakkında ihtilâf ettikleri şeyi onlara açıklamak ve inkâr edenlerin de, kendilerinin gerçekten yalancı olduklarını bilmeleri için (diriltecektir.)

40. Biz bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman, sözümüz sâdece: “Ol” demektir ve (oda) hemen oluverir. [krş. 31/28; 36/82; 54/50]

35-40. (35).(Allâh’a) ortak koşanlar (günahlarını mâzur gösterebilmek için) diyorlar ki: ‘Eğer Allah dileseydi (irâdemizi elimizden alırdı, böylece) ne biz, ne de atalarımız O’ndan başkasına kulluk etmez, O’nun hükmüne aykırı olarak hiçbir şeyi yasaklamazdık! (Mâdem ki bunları yapıyoruz, demek ki Allah buna izin vermiştir.) Onlardan önceki zâlimler de (buna benzer saçma gerekçelerle insan irâdesini yok sayarak) aynı şekilde davranmış (ve sonunda azâbımızı tatmış)lardı. (Gözgöregöresaçmabahâneler uyduran bu insanlara karşı) peygamberlerin görevi, (hakikatı onlara) açıkça duyurmaktan başka ne olabilir ki? (M. KISA 1/289)

İnsanlar işlerine geldiği zaman böyle cebri bir kadere sığınırlar. Bugün de böyle oluyor. Mâdem ki her şeyi Allah takdir edip yaratıyor, demekki, bizim putlara ibâdet etmemizi de O takdir eylemiş ki, biz de onlara tapıyoruz, demeye getiriyorlar. Takdîrin insan irâdesine göre belirlendiğini unutuyorlar. (F. BEŞER 1/570) 

(36).‘Andolsun ki biz her topluluğa: “Allâh’a kulluk edin ve tâğûttan kaçının.” diye tebliğde bulunan bir peygamber gönderdik.’   Tağuttan kasıt, şeytandır. ‘Ona itaat etmekten, adımlarını izlemekten kaçının’ demektir. (S. HAVVÂ, 8/24)

‘Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler.’ Yânisapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu. Herşeyin Allâh’ın dilemesi (meşieti) ile olduğu doğrudur. Ancak bu, insanın seçme imkânını ortadan kaldırmaz. Bundan dolayıonları Yüce Allah, ‘yalanlayanlar’ olaraknitelendirmiştir. (S. HAVVÂ, 8/24, 25) 

Âyet-i kerîmede geçtiği üzere bütün peygamberler, insanları Allâh’a kul olmaya çağırmak ve tâğûtlardan sakındırmak için gönderilmiştir. Çünkü tâğûtlar, kendilerini Rab yerine koyarak Allâh’ın dinine karşılık, kendileri kural ve yaptırımlar koymuşlar ve insanları Allâh’ın emirlerini yapmaktan alıkoymuşlar ve yasaklamışlardır. Hatta onları zorunlu olarak kendi din, fikir ve sistemlerine bağlamaya çalışmışlar, reddedenlere hasım kesilmiş ve hor görmüşlerdir; en tehlikeli durum da budur (bk. 2/256; 79/24). Sahabe-i kirâm’ın çocuklarına ilk öğrettiği kelimelerden biri, “Âmentü billâh ve kefertü bi’ttâğût” (Allâh’a îman ettim, tâğûtu red ve inkâr ettim) sözüdür. (H. T. FEYİZLİ, 1/270)

(37).‘(EyMuhammed!) Sen onların doğru yolda olmaları için ne kadar çırpınsan da şüphe yok ki Allah, sapıklıkta bırakacağı kimseleri doğru yola iletmez. Onların bir yardımcıları da yoktur.’  İnsanların kurtuluşu için, peygamberlerin böyle istek ve gayretin içinde olması yetmez. İnsanların kurtuluşu hak etmeleri gerekmekte, imtihanı başarmaları, irâdelerini o yönde kullanmaları ve hidâyetin nasip olmasına bağlıdır. (KUR’AN YOLU, 3/397)

Ancak îman, kişinin istemesi ve Allâh’ın irâdesi ile mümkün olur. Yüce Allah, mümin olmak isteyene engel olmaz, mümini de kendisi istemedikçe îmandan çıkarmaz. Kâfirler kendi istek ve irâdeleriyle mümin olmak isteselerdi, yüce Allah onları kesinlikle dalâlette bırakmazdı. Onlar, akıl ve irâdelerini kullanmadıkları, hakikatleri işitmek, görmek ve anlamak istemedikleri ve peygamberle alay ettikleri için dalâlette bırakılmışlardır. (İ. KARAGÖZ 4/97)

Herşey,   Allâh’ın irâdesi ile olur. Bu, insanın seçmesine aykırı değildir. Çünkü Allâh’ın kudreti irâdesine, irâdesi ilmine uygundur. İlim ise, açıklayıcıdır, zorlayıcı değildir. Yüce Allah, ezelden beri filânın işi yapacağını bilmiştir. Ancak, O’nun bu bilmesi o kişiyi o işi yapmak için cebredici / zorlayıcı değildir. O (Allah) bunu diledi ve kudreti ile açığa çıkardı. O (Allah) ‘ın bunu dilemesi ve kudreti ile açığa çıkarması, o kişiyi zorladığı anlamında değildir. Çünkü o (kişi / şahıs) bunu istememiş olsaydı, bu olmazdı. (Allâh’ın dilemesi,  Kader) (S. HAVVÂ, 8/26)

(40).‘Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona (söyleyecek) sözümüz sâdece ‘ol’ dememizdir. O da hemen oluverir.’  Bu, ölülerin diriltilmesinin ve değişik zamanlarda ölen tüm insanların, bir anda diriltilmesini çok zor bir iş olarak kabul edenlere bir cevap niteliğindedir. Burada onlara, sâdece ‘ol’ emri ile dilediği herşeyi yapmaya kâdir olan Allah için, bunun çok kolay bir iş olduğu söylenmektedir. (MEVDÛDİ, 3/27)

16/41-44  BİLENLERE  SORUN

41. (Mekkede) zulmedildikten sonra Allâh’ın dini uğrunda hicret edenler var ya, dünyâda onları elbette bir yere güzelce yerleştireceğiz. Âhiret mükâfâtı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilmiş olsalardı.

42. Onlar (eziyetlere) sabredenler ve Rablerine güvenip dayananlardır.

43. (EyRasûlüm!) Senden önce de, ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri (peygamberolarak) gönderdik. Bilmiyorsanız zikir ehline (ilim sâhiplerine) sorun. [krş. 21/7]

44. (Bizpeygamberleri) apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da bu zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki kendileri için insanlara indirilen şeyi bildirip açıklayasın. Olur ki iyice düşünürler.

41-44. (41).‘(Mekkede) zulmedildikten sonra Allâh’ın dini uğrunda hicret edenler var ya, dünyâda onları elbette bir yere güzelce yerleştireceğiz.’ O’na itaat imkânı bulabilmek için hicretedenleregelince’onlar Mekke’de zulme uğrayan Rasûlullah (s) ashâbından olan kimselerdir. Mekkeliler tarafından memleketlerinden çıkarılınca önce Habeşistan’a sonra da Medîne’ye hicret ettiler. Âyette kastedilen bütün muhacirler değil, bu muhacirlerdir. Çünkü sûre, Mekki’dir. (İ. H. BURSEVİ, 10/390)

Müşriklerin kötülükleri dört şekilde oldu: (a). Önce alaya aldılar, hakâret ettiler (..) (38/4-11) (b). Sonra fiili şiddet uyguladılr, Özellikle fakir, köle ve kimsesiz Müslümanlara işkence ettiler, kızgın kumlar üzerine yatırdılar, (..) (c). Üçüncü aşamada Müslümanlarla ticâri ve sosyal ilişkileri kestiler, (ç). Dördüncü aşamada topyekün müslüömanlara cephe alıp şiddet uyguladılar. (İ. KARAGÖZ 4/100)

Bir şeyi Allah rızâsı için terk eden bir kimseye, onun yerine Allah, ondan daha hayırlısını verir. Allah onlara yeryüzünde imkân verdi ve kulların başına emir ve yönetici oldular. (S. HAVVÂ, 8/31)

Bu sûre Mekke’de indiğine göre, bu âyetin iniş sebebinin, Habeşistan’a hicret eden ilk muhâcirler olması gerekir. (ELMALILI, 5/238)

‘Âhiret mükâfâtı ise elbette daha büyüktür.’ Rivâyete göre Hz. Ömer, muhâcirlere devletten maaşlarını ödediğinde: ‘Bu, Allâh’ın size dünyâda vadettiği mükâfattır. Âhirette, sizin için sakladıkları ise, elbette daha çoktur’ der, sonra da onlara bu âyet-i kerîmeleri (41, 42. Âyetler) okurdu. (Ö. ÇELİK, 3/61)

(42).‘(Onlar) sâdece Rablerine tevekkül ederek, sabredenlerdir.’ Yâni, vatanları olan Allâh’ın haram beldesi Mekke’den ayrılığa sabredenlerdir.

Rivâyet edildiğinegöre, Peygamber (s) Medîne’ye hicret için yola çıkınca, geriye dönüp Mekke’ye baktı, ağladı ve ‘Vallahi senden ayrılıyorum. Biliyorum ki sen, beldelerin Allah katında en sevimli ve en değerli olanısın. Ehlin beni senden çıkarmasalardı, çıkmazdım’ buyurdu. (Tirmizi’den, İ. H. BURSEVİ, 10/391)

(43).‘(EyRasûlüm!) Senden önce de, ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri (peygamberolarak) gönderdik.’ O hâlde insanlar arasından erkekleri peygamber olarak göndermesi, Allâh’ın bir sünnetidir. (S. HAVVÂ, 8/33)

‘Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.’ Ey Kureyşliler! ‘Eğer bilmiyorsanız’ Muhammed (s)’ın risâletinde şüphe içindeyseniz ‘bilenlere’ ehl-i kitâbın âlimlerine ‘sorun’  ki size Allâh’ın eski ümmetlere peygamberleri ancak beşer olarak gönderdiğini haber versinler. Âyette, bilinmeyen konularda âlimlere danışmanın vâcip olduğuna işâret vardır. (İ. H. BURSEVİ, 10/394)

Burada, başta dînî konular olmak üzere, bir konuda yeterli bilgiye sâhip olmayanların, o hususta ehliyetli olanlara sormaları gerektiği, bir konuda doğru ve yeterli bilgi sâhibi olmadan bir fikir ileri sürmenin veya iş yapmanın yanlış olacağı vurgulanmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/61)

(44).‘İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye, sana da bu Kur’ân’ı indirdik.’ Kur’ân’ın tebyine ihtiyâcı vardır. Çünkü Kur’ân’ın getirdiği hükümlerin mücmel yâni kısa, öz; müphem yâni anlamı kapalı; muhtasar yâni özet ve müşkil yâni anlamı hemen anlaşılmayan âyet ve hükümler vardır. Kur’an rehber olmak üzere gönderilmiştir. İnsanların onu kendilerine rehber edinebilmeleri için hükümlerine, emir ve yasaklarına uyabilmeleri için iyice anlaşılması ve nasıl uygulanabileceğinin bilinmesi gerekir. Yüce Allah, bu görevi peygamberine vermiştir. Hadisler, Kur’ân’ın beyanıdır. Bu âyetin gereği olarak sahâbeden günümüze kadar Müslümanlar, Kur’ân’ı anlamaya ve anlatmaya çalışmışlar, hadisleri şerh etmişler ve yüzlerce Kur’an tefsîri yazmışlardır. (İ. KARAGÖZ 4/106)

Bu âyetten, kitabı gereğince açıklamanın, Allah Rasûlü’nün görevleri arasında olduğunu anlamaktayız. Bu bakımdan onun bütün fiilleri, sözleri ve hâlleri kitabın beyanıdır. Sünnet,  olmaksızın kitabın anlaşılması söz konusu değildir. Çünkü bizler, namaz, zekât, oruç, hac gibi bir çok emirlerde, nasıl uygulandığını bilememekteyiz. Yine fâiz, malları bâtıl yolla yemek… gibi bir çok yasakların sınırlarını ve bir çok hususu sünnet aracılığı ile anlayabiliriz. Çünkü sünnet,  kitabın hem pratik, hem teorik açıklamasıdır.    (S. HAVVÂ, 8/39)

Hz. Peygamber, sâdece bir nakilci değil, aynı zamanda Allâh’ın hükümlerini sözlü veya fiili olarak açıklama, yorumlama ve uygulamada örnek olma işlevine sâhiptir. Bu işlevin tamâmına sünnet denmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/402)

‘.. düşünüp anlamaları için Kur’ân’ı indirdik.’ Kur’ân’ı anlamak, anladıklarını uygulamak ve insanlara anlatmak Müslümanların Kur’ân’a karşı görevleridir. Bu husûsu ifâde eden birçok âyet vardır: ‘Biz akıl erdiresiniz ve anlayasınız diye kitabı Arapça bir Kur’an olarak indirdik.’ (12/2) ‘Hâlâ Kur’ân’ı düşünüp anlamay çalışmıyorlar mı?’ (4/82; bk. 17/41, 6/65; İ. KARAGÖZ 4/107)

16/45-47  TUZAK  KURANLAR  EMİN  Mİ  OLDULAR

45, 46, 47. (Ey Peygamberim!) Kötü işler için hile düzenleyen (müşrik)ler, Allâh’ın kendilerini yere batırması veya düşünemedikleri bir yerden kendilerine azâbın gelmesi husûsundan emin mi oldular? [bk. 67/1617] 46. Yâhut dönüp dolaşırlarken (azâbın) kendilerini yakalamasından (eminmioldular)? Onlar, (bunaengelolupAllâh’ı) âciz bırakacak değillerdir. 47. Yâhut (Allâh’ın) azar azar eksiltmek sûretiyle kendilerini yakalamayacağından da emin mi oldular? Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir. [krş. 7/4, 99-100]

45-47. (45).‘Kötü işler için hîle düzenleyenler, Allâh’ın kendilerini yere batırması veya düşünemedikleri bir yerden kendilerine azâbın gelmesi husûsundan emin mi oldular?’  Bu üç âyette, Allâh’a, peygamberine ve inananlara düşmanlık yapanlar, şer planları hazırlayanlar şu tehlikelerle tehdit edilmektedir: (a) Allâh’ın Kârûn ve avanelerine yaptığı gibi, onları yerin dibine geçirmesi (Kasas, 28/81), (..) (b) Tam bir gaflet içinde bulunurlarken, beklemedikleri ve ummadıkları bir yerden azâbın başlarına gelmesi. Uyku ve istirahat hâli buna misâldir. (Araf, 7/4) (..) (c) Onlar yeryüzünde gezip dolaşırlarken, ticâret yaparlarken ve dünyâ işleriyle uğraşırlarken azâbın onları yakalayıvermesi (Yâsin, 36/49-50) (..) (d) Allah onları korkuta korkuta, eksilte eksilte, zamâna yayarak, içten içe çürüterek helâke sürüklemesi (bu âyetler) (Ö. ÇELİK, 3/62, 63)

‘Yâhut (Allâh’ın) azar azar eksiltmek sûretiyle kendilerini yakalamayacağından da emin mi oldular?’ Yâhut ahlâki değerlerin çözülmesi sonucunda, zamanla barış ve huzur ortamının yok olup toplumun içten içe çürümesiyle, Allâh’ın onları adım adım felâketlere sürüklemeyeceğinden nasıl emin olabiliyorlar?  (M. KISA, 1/290)

‘Muhakkak ki Rabbiniz Raûf’dur, Rahim’dir.’ Çünkü O, alelacele sizi cezâya çarptırmaz. Sizin bu durumlarınıza süre tanır. Hemen cezâya çarptırmamasının sebebi rahmetidir. O bakımdan, kötü tuzaklar kurmaktan vaz geçiniz, Allah Rasûlüne îman ediniz. Şeytanın adımlarını izlemeyiniz. (S. HAVVÂ, 8/34)   

16/48-55  BİR  SÜRE  DAHA  FAYDALANIN

48. Onlar (Kötülükleri plânlayan müşrikler), Allâh’ın yarattığından herhangi bir şeyi görmediler mi ki onun gölgeleri (bileilâhîkânuna) boyun eğerek Allâh’a secde hâlinde sağda ve solda yer değiştirir(ler).

49. Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, yalnız Allâh’a secde eder(ler) ve onlar aslâ büyüklenmezler.

50. Onlar, kendilerinden (sonsuz) üstün olan Rablerinden (veazâbından) korkarlar ve kendilerine emredilen şeyleri yaparlar.

51. Allah: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir tek ilâhtır. Yalnız benden korkun (banakullukedin)!” buyurdu.

52. Göklerde ve yerde olan şeyler ancak O’nundur. Din de, dâimâ ancak O’nun (olupitaatdeancakO’na)dır. Öyle iken siz Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?

53. (Ey İnsanlar!) Üstelik, sizde nîmet olarak ne varsa hepsi Allâh’ındır. Yine, size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O’na sığınırsınız. [bk. 17/67]

54, 55. Sonra (ey insanlar!) sizden o sıkıntıyı aç(ıpkaldır)dığı zaman, içinizden bir kısmı Rablerine ortak koşarlar. 55. (Böyleyapmaları) kendilerine verdiğimiz (nîmetler)e nankörlük etmelerinden dolayıdır. Öyleyse (dünyâdaşimdilik) eğlenedurun, yakında (başınızanegeleceğini) bileceksiniz!

48-55. (48).‘Gölgeleri boyun eğerek, büyüklük taslamadan Allâh’a secde ederek sağ ve sola düşüyor.’ Burada secdeden maksat, isteğe bağlı hareketle sınırlı olmayan kayıtsız boyun eğmedir. Gölgesi bulunan şeylerin gölgeleri bile, sâhiplerinin hüküm ve irâdesine değil, eşyânın gölgelerinde bile, Allâh’ın emrine mahkûm olmuşlardır. Hâkimiyet ve tasarruf Allâh’ındır. Onlar, yerde sürünürlerken sâhiplerine değil, Allâh’a secde eder ve Yüce Allâh’ın birliğini ilân ederler. (ELMALILI, 5/240)   

Gölgelerin Secdesi: Demek ki cisimlerin ışık almayan taraflarında meydana gelen ve adına gölge denilen karartılar, sünnetullâhın yâni yeryüzü ile ilgili ilâhi yasaların bir gereğidir. Esâsen bu durum, kâinattaki canlı – cansız tüm varlıklar için de söz konusudur. Bu yüzdendir ki yıldızlar,  dağlar, ağaçlar, hayvanlar (Hac 22/18), gökte bir dizi hâlinde uçan kuşlar (Nur 24/41), hattâ şimşek, gök gürültüsü (Ra’d 13/15; Nahl 16/48), su (Enfâl 8/11), vb. tüm varlıklar (Rahman 55/5; Hac 22/44), kendine has bir şekilde Allâh’a secde etmektedirler. Çünkü Yüce Allah, yaratma esnâsında bütün varlıklara hareket tarzlarını bildirmiş, böylece onlar da bu ilâhi emre zorunlu olarak boyun eğmişlerdir. İşte burada söz konusu ettiğimiz gölgelerin secdesi zorunlu bir boyun eğişten başka bir şey değildir. (M. DEMİRCİ, 2/157, 158).  

İşte bu müşrikler, bütün bunları görmüyorlar mı? Yâni onlar, eşyânın tümüyle Allâh’a boyun eğdiğini görüp, niçin boyun eğmez ve teslim olmazlar. (S. HAVVÂ, 8/35)

(49).‘Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, yalnız Allâh’a secde eder(ler) ve onlar asla büyüklenmezler.’ Bu âyet, Kur’ân-ı Kerim’in üçüncü secde âyetidir. Secde âyetini okuyan ya da dinleyenin rukûsuz bir secde yapması, Hanefilere göre vâciptir. Delil şu âyettir: ‘Onlara ne oluyor ki, îman etmiyorlar ve kendilerine Kur’ân okunduğu zaman secde etmiyorlar. (İnşikak, 8/21)     Hadis: Kur’ân’ı okuyana ve dinleyene secde etmek vâciptir. (Buhâri Sücud 10’dan, H. DÖNDÜREN, 1/444)

Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allâh’a secde ederler. Bu varlıklardan akıllı ve bilinçli olanların secdesi ibâdet şeklinde, diğerlerinin secdesi ise itaat ve boyun eğme, ilâhi kurallara uyma ve kendilerine verilen görevleri yapma şeklinde olur. (İ. KARAGÖZ 4/112) 

‘Göktekiler’ sözü, melekleri de kapsamakla birlikte onların Allâh’a itaat ve ibâdetleri diğer varlıklara göre en ileri derecede olduğu için bir takdir ifâdesi olmak üzere özellikle anılmış olmalıdırlar. İnsanlar içinde inkârcı ve günahkârlar bulunursa da melekler Allâh’a ibâdet konusunda aslâ kibir taslamazlar, küstahça tavır takınmaz, yüceler yücesi bildikleri rablerinden korkar, O’nun buyruklarına eksiksiz uyarlar. Bu âyet, meleklerin ismet (günahsızlık) özelliğine sâhip olduklarını gösterir. (KUR’AN YOLU, 3/406)

(51).‘Allah: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir tek ilâhtır. Yalnız benden korkun!” buyurdu.’ Hayâta hükümran olan yalnız Allah’tır. O’nun emirlerinin önüne geçme, onları geçersiz kılma ve onların yapılmasına engel olma da sesli veya sessiz kendini ilâh yerine koyma olup bu hususta onlara gönüllü itaatte de onları ikinci, üçüncü ilâh / Rab edinme vardır ki bu durumda bütün hayat düzeni bozulur. Başka Rab edinenlere de Allah cenneti haram kılmıştır.) [bk. 5/72] (H. T. FEYİZLİ, 1/271)

‘Allah korkusu’, insanın karanlıktan, açlıktan, yırtıcı hayvanlardan ve düşmandan korkması gibi bir korku değildir. İnsan, isyan sebebiyle Allâh’ın rahmet, mağfiret, rızâ, sevgi, dostluk ve nîmetlerinden mahrum kalmaktan, ilâhî huzurda hesap vermekten, dünyâ ve âhirette azâbına uğramaktan korkar, korkması gerekir. (İ. KARAGÖZ 4/113)

(52).‘Göklerde ve yerde olan şeyler ancak O’nundur. Din de, dâimâ ancak O’nun (olupitaatdeancakO’na)dır. Öyle iken siz Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?’ Yüce Allah zâtında, sıfatlarında bir olduğu gibi, mülkünde, dinin sâhibi olmasında, hüküm ve hâkimiyetinde de birdir. İslâm’a göre bütün emirler Allâh’ın emrine uygunluğu dâhilinde geçerlidir. Kulluk, ancak Allâh’ın emirlerine itaatle gerçekleşir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/271)

Yeri ve yerde yaşayan insanları, cinleri, hayvanları, gökleri, göklerde yaşayan melekleri, Güneş, Ay, yıldızlar, gezegenler ve galâksileri, canlı ve cansız bütün varlıkları yaratan, yaşatan ve yöneten yüce Allah’tır. Dünyâda ve âhirette mülk ve egemenlik O’nundur. O’nun ortağı ve yardımcısı da yoktur. (İ. KARAGÖZ 4/114)

‘Din de dâima O’nadır.’ Her zaman için ihlâsla itaat, O’na yapılmalıdır ve O’na gerekir. Durum böyle olduğuna göre, herşey O’nun mülküdür ve bu herşey, O’na itaat etmelidir. Nasıl olur da O’ndan başkasından korkulur? (S. HAVVÂ, 8/37)

(53).‘Nîmet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır.’ Size ulaşan âfiyet, zenginlik, bolluk gibi bütün nîmetler Allah tarafından verildiğine göre, nasıl O’na başkalarını ortak koşabilirsiniz? (..) ‘Sonra bir sıkıntıya uğradığınızda’ hastalık, fakirlik, kuraklık, yardımsızlık, musîbet, korku vb. her türlü sıkıntı ile başbaşa kaldığınızda ‘yalnız O’na sığınırsınız.’  (S. HAVVÂ, 8/37)

(55).(Ey kâfirler!) Bir süre daha (dünyâ nîmetlerinden) faydalanın (dilediğinizi yapın!). Yakında (âkıbetinizi) bileceksiniz (ve cezânızı çekeceksiniz).’ Dünyâda mümin veya kâfir herinsanınrızkınıverenyüce Allah’tır. Yüce Allah, kâfir diye kimsenin rızkını kesmez, çalışmasının karşılığını verir. Ancak kâfirlerin âhirette herhangi bir nîmeti olmaz. Çünkü gidecekleri yer, cehennemdir. (46/20, 39/71, 72) ‘.. faydalanın’ Yâni ‘dilediğinizi yapın; yiyin, için ve nîmetlerden bir süre daha faydalanın’ cümlesi ile kâfir ve nankörler tehdit edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/116)

16/56-59  KIZ  MÜJDELENDİĞİ  ZAMAN

56. Onlar (müşrikler) kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden hiçbir şey bilmeyen (hiçbir yarar ve zararı olmayan put / heykel)ler için pay ayırırlar. Allâh’a Andolsun ki uydurup durduğunuz şeylerden dolayı kesinlikle hesaba çekileceksiniz. [krş. 6/136]

57. O (müşrikler), kızların Allâh’a âit olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! O bundan münezzehtir (O’nun çocuğu yoktur). Hoşlandıkları (erkekçocuklarını) ise kendilerine (nispetediyorlar). [bk. 43/15-18; 53/21-22]

58. Onların birine, kızı olduğu müjdelenince öfkelenmiş olarak yüzü simsiyah kesilir.

59. Kendisinin (kızdoğumuyla) müjdelenmesinin, (zannınca) kötülüğünden dolayı toplumdan (utanıp) gizlenir aşağılanma (veutanç) içinde onu (sağ) mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın hele! Verdikleri hüküm ne kötüdür!

56-59. (56).‘Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden hiçbir şey bilmeyen (hiç bir yarar ve zararı olmayan put / heykel)ler için pay ayırırlar. Allâh’a Andolsun ki uydurup durduğunuz şeylerden dolayı kesinlikle hesâba çekileceksiniz.’  Müşrikler hayvanlarının ve ziraat ürünlerinin bir kısmını putlarına ayırır ve bunları tapınak hizmetlerinde kullanırlardı. Yine putları için kurbanlar keserlerdi. Âyet-i kerîme, onların bu yanlış ibâdetlerine dikkat çeker. (En’am, 6/136) (Ö. ÇELİK, 3/66)

(57).‘.. sizin uydurduğunuz şeyler’ ile maksat, müşriklerin, şefaatçı olur ve kendilerini Allâh’a yaklaştırırinancıyla (39/3, 43), putlara ilâh diye tapmaları (53/19-23), cinleri Allâh’a ortaklar koşmaları (6/100), meleklere Allâh’ın kızları demeleri ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri (6/140, 16/57-58), bâzı helâl olan şeyleri haram kılmaları (5/103, 6/137- 139), toprak ürünlerinden ve hayvanlardan putlarahisseler ayırmaları ve benzeri bâtıl uygulamalarıdır. ‘.. sorgulanacaksınız’ cümlesi ile maksat, âhirette bâtıl uygulamalarınızın cezâsını çekeceksiniz, demektir. Kıyâmet günü yüce Allah, müminlerin amellerini hak terâzidetartar. (7/8). Kâfirler için âhirette iyilik ve kötülüklerini, sevap ve günahlarını ayırt etmek için değil, günah ve kötülüklerini sayıp ortaya dökmek ve sorgulamak için mîzan kurulur. Çünkü îmanları olmadığı için kâfirlerin hiçbir hasenâtı yâni iyi amelleri ve sevabı olmaz. (7/9; İ. KARAGÖZ 4/117, 118)

Bugün hâlâ insanlar, velilere kurbanlar adamaktadırlar. Bunları Allah için, Allah adı ile değil, bir velînin adı ile kurban etmektedirler! Tıpkı câhiliye dönemindeki insanların Allâh’ın kendilerine rızık olarak verdiği nîmetlerden bir kısmını sahte tanrılarına ayırmaları gibi. Hâlbuki bu şekilde adakta bulunmak haramdır. Allâh’ın adı anılarak kesilse dahi, eti de haramdır. Çünkü bu hayvan, Allah’dan başkası adına adanmıştır! (S. KUTUB, 6/540)

‘Müşrikler kızları Allâh’a tahsis ediyorlar..’ Müşrikler, Allâh’ın oğulları ve kızları var (6/100, 37/150-151), melekler Allâh’ın kızları (43/16, 58/39), erkek çocukları bizim, diyorlardı. (..) Âyette ‘hâşâ O bundan berîdir’ cümlesi ile bu tür söylem ve inanç reddedilmekte ve Sâffât sûresinin 152’nci âyetinde müşriklerin yalan söyledikleri bildirilmektedir. Allâh’ın anası, babası, eşi ve çocuğuolmadığı birçok âyette beyan edilmektedir. (112/1-3). ‘Allah hiçbir çocuk edinmemiştir.’ (25/2; İ. KARAGÖZ 4/118)

(58).‘Onlardan birine, kızı olduğu müjdelenince öfkelenmiş olarak yüzü simsiyah kesilir.’ Câhiliye Arapları, kız çocuklarını iki sebeple istemezlerdi. İlki,  geçim sıkıntısı, ikincisi de nâmus anlayışları. Erkek çocukları ileride kabîlenin silâhşoru olacağından, onlara sâhip olmaktan hoşlanırlar. (57. Âyet), sayılarının çokluğu ile övünürlerdi. (KUR’AN YOLU, 3/410)

Kız çocuğunu istememelerinin ikinci sebebi, nâmus meselesidir. ÇünküAraplararasında ardıarkasıkesilmeyensavaşlarolur, savaşlardakadınlar, kızlaresiralınır, câriye olarak alınıp, satılırlardı. Bu durum, nâmusuna çok düşkün olan bir Arap için son derece onur kırıcıydı. (..) İslâm, bu onur kırıcı câhiliye âdetini kaldırıp, erkekle kız çocuğu eşit seviyede tutmuş, hatta kız çocuklarının yetiştirilmesine ayrı bir önem vermiştir. (Ö. ÇELİK, 3/67)

Hadis: Rasûlullah (s), ‘Her kim bülûğ çağına erişinceye kadar iki kız çocuğuna bakacak olursa, kıyâmet gününde benimle şu hâlde olur’ buyurarak parmaklarını birbirine bitiştirmiştir. (Müslim Birr 148’den, Ö. ÇELİK, 3/68)       

16/60-63  NE  BİR  SAAT  GERİ  NE  BİR  SAAT  İLERİ

60. Âhirete inanmayanlar için (işteböylevedahanice) kötü nitelikler (sıfatveörnekler) vardır. En yüksek nitelikler (sıfatveörnekler) ise Allâh’ındır. O mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.

61. Allah, insanları zulümlerinden dolayı (hemen) cezâlandırsa idi, (yer) üstünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, onlar(ıncezâsın)ı takdir edilmiş (belirlenmiş) bir vakte kadar geciktirir. Onların eceli gelince, ne bir saat geri kalırlar ne de ileri geçerler. [krş. 18/58; 35/45]

62. (Müşrikler) İstemedikleri şeyleri Allâh’a âit kılarlar. Üstelik dilleri de en güzel (sonuc)un şüphesiz kendilerinin olduğuna dâir yalan söyleyip durur. Hakikatte ise onlar için ateş vardır ve onlar (cehenneme) önde atılacak olanlardır.

63. (EyMuhammed!) Allâh’a yemin olsun, senden önceki topluluklara da (peygamberler) gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini süsleyip hoş gösterdi. İşte o, bugün onların (yâniinkârcıların) dostudur. Onlar için acıklı bir azap vardır.

60-63. (60).‘Kötü nitelikler, âhirete îman etmeyenlere özgüdür.’ Kötü nitelikler ile maksat, müşriklerin erkek çocuklarının kendilerine âit, kız çocuklarının Allâh’a âit olduğunu söylemeleri, doğan kız çocukları nedeniyle utanmaları ve (onları) öldürmeleri, Allâh’a ortak koşmaları ve O’na çocuk isnad etmeleridir. ‘En yüce nitelikler Allâh’a özgüdür.’ Yüce Allah, her bakımdan mükemmeldir; anne ve babaya, eşe ve çocuğa, yardıma ve hiçbir şeye muhtaç değildir, eksiksiz ve kusursuzdur. Yaratılanlara özgü niteliklerden münezzehtir, en güzel isim ve sıfatlar O’nundur. (İ. KARAGÖZ 4/120)

(61).‘Allah, insanları zulümlerinden dolayı (hemen) cezâlandırsa idi, (yer) üstünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, onlar(ıncezâsın)ı takdir edilmiş (belirlenmiş) bir vakte kadar geciktirir. Onların eceli gelince, ne bir saat geri kalırlar ne de ileri geçerler.’     Zulüm, Allâh’ın varlığına ve birliğine uymayan inançlara sapmak, O’ndan başkasını tanrı tanıyıp, kulluk etmektir. Bu sebeple Kur’ân’da ‘Kuşkusuz şirk en büyük zulümdür.’ (Lokman, 31/13) buyurulur. (..) Bu âyetlerde muhâtap, Mekke’li müşrikler olmakla birlikte, âyette ‘eğer Allah insanları’ buyurularak, bütün insanlar söz konusu edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/411)

Allâh-ü Teâlâ insan topluluklarını yaptıkları kötülükler sebebi ile hemen cezâlandırmamakta, adâleti, merhameti ve keremi ile onlara mühlet tanımaktadır. Ancak sapkın fikirlerini sürdüren, hakka karşı direnen topluluklar, belirli sürenin sonunda, târih sahnesinden silindikleri bilinmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/412)

Hadis: ‘Aziz ve yüce olan Allah, zâlime (hâlini düzeltmesi için) mühlet ve fırsat verir, cezalandırmak üzere yakaladığı zaman helâk edip yok eder, buyurduktan sonra Hûd 102’nci âyeti okumuştur. (Müslim Birr ve Sıla 61, İ. KARAGÖZ 4/121)

Âyet-i kerîme şuna delildir: Aslında müstekbirler zulümleri sebebiyle cezâlandırılmayı hak etmişlerdir. Ancak Allâh’ın hikmeti onlara mühlet verilmesini gerektirmektedir. Onlara ne kadar mühlet verilirse verilsin, bu süre bir gün bitecektir. (S. HAVVÂ, 8/45)

Zulüm,insanınkendisine, başkalarına,  diğer canlılara ve çevreye yönelik olabilir. İnsanın kendisine de, başkalarına ve çevreye de zarar vermesi ve zulmetmesi haramdır, büyük günahtır. Zulmün yaygınlaşmaması içinönlenmesi gerekir, aksi takdirde zararı umûmi olur. Buna âyetteki ‘yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı’ cümlesi ile şu âyet bu hususa delâlet etmektedir: ‘(Ey müminler!) Öyle bir fitneden sakının ki (bu fitne), içinizden sâdece zulmedenlere isâbet etmekle kalmaz, (zararı herkese dokunur) ve bilin ki, Allâh’ın cezâsı çok şiddetlidir.’ (8/25; İ. KARAGÖZ 4/122)  

(62).‘İstemedikleri şeyleri Allâh’a âit kılarlar. Üstelik dilleri de en güzel (sonuc)un şüphesiz kendilerinin olduğuna dâir yalan söyleyip durur. Hakikatte ise onlar için ateş vardır ve onlar (cehenneme) önde atılacak olanlardır.’ Bu âyette, müşriklerin iki açıdan yanlış düşündüklerine işâret edilmektedir: Biri; Allâh’a çocuk isnad etmeleri (ki son derece sakat bir düşüncedir) diğeri ise, kızları Allâh’a isnad etmeleridir. (ki kızları daha aşağı görmektedirler) (KUR’AN YOLU, 3/412)     

(63).‘(EyMuhammed!) Allâh’a yemin olsun, senden önceki topluluklara da (peygamberler) gönderdik.’ Sendenönce gelip geçmiş ümmetlere de peygamberler gelmişti de ‘şeytan onlara’ küfür, yalanlama, peygamberlerle alay ve buna benzer ‘yaptıklarını güzel / süslü gösterdi.’ O bakımdan, kötülüklerine rağmen bunlara da amellerinin güzel gösterilmesinden dolayı hayrete düşme! ‘Bu gün de onların velisi odur.’ Dünyâda onları aldatarak saptırmayı görev bilen ve kâfirlerin yandaşı, ayrılmayan arkadaşı şeytandır. (S. HAVVÂ, 8/46)

‘İşte o, bugün onların (yâniinkârcıların) dostudur.’ (..) Şeytanın tüm gâyesi, insanlara dünyâdadostgörünerekonları kendisine bağlamak,  yoldan çıkarmak ve âhirette azâba uğramalarını sağlamaktır. Böyle olunca, şeytanın amelleri süslü göstererek dostluğunu sergilediği yer dünyâ hayatıdır. Zâten âhirette onun bu türden bir dostluk sergileme imkân ve ihtimâli olmayacaktır. Çünkü âhiret mükellefiyet yurdu değil, hesapların görüleceği ebedilik yurdudur. (M. DEMİRCİ, 2/164, 165)

‘.. elem verici bir azap vardır.’ Elem verici azap, ateşte yanma (4/56), üzerlerine kaynar su dökülme (44/47-48), irinli ve kaynar su içirilme (14/14-17) ve benzeri cezâlardır. (İ. KARAGÖZ 4/125)

16/64-67  HİDÂYET VE  RAHMET  KİTABI

64. (Ey Peygamberim!) Bu) Kitab’ı sana ancak, hakkında ihtilâf ettikleri şeyi kendilerine açıklaman için, bir de inanan bir kavme doğru yol rehberi ve rahmet olsun diye gönderdik.

65. Allah, gökten yağmur indirdi. Onunla yere (kuruyup) ölümünden sonra hayat verdi. Şüphesiz ki bunda (kalbiyle) dinleyen kimseler için, elbette bir ibret (veAllâh’ınkudretinebirişâret) vardır.

66. (Ey insanlar!) Sizin için sağılan hayvanlarda da bir ibret (ilâhîkudretebirişâret) vardır. Size onların karınlarındaki fers (midedesindirilmişgıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla geçen hâlis bir süt içiririz.

67. (Ey insanlar!) Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki hem de güzel olan rızık ediniyorsunuz. Aklını kullanan bir toplum için bunda bir ibret vardır. [bk. 2/219; 5/90-91]

64-67. (64).‘(Bu) Kitab’ı sana ancak, hakkında ihtilâf ettikleri şeyi kendilerine açıklaman için, bir de inanan bir kavme doğru yol rehberi ve rahmet olsun diye gönderdik.’ Buna göre Kur’ân-ı Kerim, îman edenlerin kalpleri, akılları ve yaşayışları için yol gösterici bir hidâyet ve her türlü durumda bir rahmettir. Kur’ân-ı Kerim’de her şeyin açıklaması vardır. Ancak ondan müminler istifâde eder. O, onlar için bir rahmet ve hidâyettir. (S. HAVVÂ, 8/46)

Peygamberimiz, “Bu Allâh’ın Kitabı olan Kur’ân… iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı ayırt eden bir yol göstericidir. Büyüklük taslayarak onu terk edenin Allah belini kırar. Doğru yolu onun dışında arayan sapıklığa düşer… Bilginler ona doymaz, takvâ sâhipleri ondan usanmaz, onun ilmini bilen ileri gider, onunla amel eden sevap kazanır. Onunla hükmeden adâletli davranır, ona sımsıkı sarılan doğru yolu / hidâyeti bulur” buyurmuştur.) [Tirmîzî, “Fedâilu’l-Kur’ân” 14] (H. T. FEYİZLİ, 1/272)

(65).‘Allah gökten yağmur indirdi, onunla yere (kuruyup) ölümden sonra hayat verdi.’ Gökten su indirilmesi, (yâni yağmur) olayı Kur’ân’da sık sık tekrarlanan kozmolojik delillerdendir. Burada yağmurun yağmasıyla ölü toprağa can verilmesine dikkat çekilmektedir. Çünkü yeryüzünde proteinlerin oluşmasından, uygarlıkların yükselmesine kadar gelişen olaylar zincirinin başlangıcı sudur, yağmurdur. (KUR’AN YOLU, 3/415)

‘Şüphesiz ki bunda dinleyen kimseler için, elbette bir ibret vardır.’ Gökten suyun (yağmurun) indirilmesi hatırlatılırken ‘yesmeun’  buyurulması dikkate değer. Hâlbuki suyun inmesine uygun olan ‘dinlemek’ değil, görmek veya düşünmek görünür. Şu hâlde bunda, önemli bir nükte vardır ki, o da zikredilen suyun Kur’ân’ı temsil ettiğine işârettir. (Ra’d, 13/17; ELMALILI, 5/245)

O da zikredilen suyun Kur’ân’ı temsil etmesine, suyla ölü toprağın dirilişinin de Kur’ân’la ölü kalplerin dirilişine işâret etmiş olmasıdır. Kur’ân’a uygun olan ise, ‘görmek’ değil, ‘dinlemek’tir. (Ö. ÇELİK, 3/72)

(66).‘Sizin için sağılan hayvanlarda da bir ibret (ilâhi kudrete bir işâret) vardır.’  Burada sütün oluşumu ile ilgili bir mûcize bulunmaktadır. Bu mûcize, Kur’ân-ı Kerîm’in ancak asırlar sonra bilinebilen bir konudan, en ileri derecede bilimsel bir hassâsiyet ve incelikle söz etmiş olmasıdır.  Bu derece hassas ifâdeler ile söz edilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirilmiş olduğunun delilidir. (S. HAVVÂ, 8/63)

‘Size onların karınlarındaki besin artıkları ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla geçen hâlis bir süt içiririz.’  Modern ilmin söz ettiği şekilde sütün oluşma şekli şöyledir: Yemek yutulduktan ve bağırsaklara ulaştıktan sonra, bağırsaklarda bulunan kılcal damarlar, yenen yemekteki besleyici gıdaları emer, posayı (fışkıyı) bağırsaklarda bırakır. Bu ilk tasfiyedir. Arkasından kan, berâberindeki bu gıdalar ile birlikte süt yapıcı guddelere uğrar. Bu guddeler, sütü memeye göndermek üzere kandan ayırır. Bu da ikinci tasfiyedir. (S. HAVVÂ, 8/63))

Süt, vücuttaki besin artığının bulunduğu sistem ile kanın bulunduğu sistem arasından gelmekte, bunlara aslâ karışmamaktadır. Âdetâ süt ile kan ve besin artığı arasına bir perde çekilmekte, sütün bunlara karışarak renk, tat ve kokusu bakımından saflığının bozulması önlenmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/416)

Âyette hayvanların karnında bulunan üç şeyden söz edilmiştir. Metabolizmadaki besin artığı fışkı, kan ve süt. Bunlardan sütün helâl olduğuna ‘size süt içiriyoruz’ cümlesi ile ‘sütün hâlis ve içimi kolay’ diye övülmesi delâlet etmektedir. ‘Fers’ kelimesi, gıdâların sindirim sırasında besleyici unsurları alınan ve artık canlının metabolizması için hiçbir değeri kalmayan, bir süre sonra dışkı hâlinde dışarı atılan artıklardır. Fışkı temiz olmadığı için helâl değildir. Kanın haram olduğu Kur’an’da açıkça bildirilmektedir. (5/3, 6/145; İ. KARAGÖZ 4/129)

(67).‘Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki hem de güzel olan rızık ediniyorsunuz.’ Burada güzel rızık, içki edinmek üzerine atfedilmiştir. Atıf ise, iki şey arasındaki farklılığı gerektirdiğinden bu, içkinin güzel rızıktan olmadığının delilidir. (S. HAVVÂ, 8/64)

Bu âyet, sarhoş edici şeylerle ilgili olarak ilk inen âyettir. Bununla içki henüz haram edilmiş olmamakla berâber görülüyor ki, güzel rızka karşılık zikredilmiş ve dolaylı yoldan güzel bir şey olmadığı anlatılmıştır. (ELMALILI, 5/245)

Öncesine de dikkat edilince anlaşılır ki, güzel rızık ile sarhoş edici şeyin karşılığı süt ile işkembe ve kanın karşılığının benzeridir. Bu ise dînin yasak ettiği şeyin haram olduğuna işârettir.Dolayısıyla,burada güzel rızıktan maksat pekmez ve ondan yapılan şeyler gibi tatlılardır. (ELMALILI, 5/246)

16/68-69  BAL  ARISINA  İLHAM  EDİLENLER

68, 69. (Ey Peygamberim!) Rabbin bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve (halkınsiziniçin) kurdukları kovanlardan evler edin. 69. “Sonra meyve (veçiçek)lerden ye. (Bununiçin) Rabbinin (balyapımıiçin) kolaylıklar gösterdiği yollarına boyun eğerek gir.” Onların karınlarından rengârenk bir içecek (bal) çıkar ki o, insanlar için bir şifâdır. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir toplum için bir ibret (veAllâh’ınkudretineişâret) vardır.

68-69. (68).‘Rabbin bal arısına şöyle vahyetti.’ Burada vahiy, canlının kendisine yararlı olanları alması, zararlılardan sakınması ve kendi geçimini sağlaması hususunda muhtaç olduğu becerileri Allah Teâla’nın onda yaratması anlamındaki ilham karşılığı kullanılmıştır. (KUR’AN YOLU, 3/417)

Arılar, bâzan birkaç km. uçar. Hatta bâzan, kovanı çevresindeki yarı çapı 11 km.’yi bulabilen bir dâire içerisinde uçar, ondan sonra da yolunu kaybetmeksizin kovanına geri döner. Allah arıya genel olarak bütün özel kokuları ayırt edebilecek şekilde bir koklama duyusu ihsan etmiştir. Hayret verici durum şudur: Arılar, güneşi evlerine varmak yâhut çalışma bahçelerine ulaşmak için bir pusula gibi kullanırlar. İlâhi kudret, arının kanatlarına, hızlı uçma esnasında bir tek saniyede 400 defa çırpabilecek kanat çırpma imkânı vermiştir. (S. HAVVÂ, 8/66, 67)

Arıların bal yapma işini yaparken kendi içlerinde çok ilginç bir sistemleri vardır. Bu sistemin bâzı özellikleri tespit edilmiştir. Meselâ, arılar arasında bir başkan vardır. Vücutça diğerlerinden iri olan başkan, ötekilere hükmeder. Uçarken ve konarken hepsi başkana tâbi olurlar. (Ö. ÇELİK, 3/74). (..) Arı bal yapacağı kovanın eşit kenarlı altıgen gözcükler şeklinde yapar. Bu gözcükler (petekler) o kadar mükemmeldir ki, insanın bunu pergelsiz, cetvelsiz yapması mümkün değildir. Şâyet bu gözeler, altıgen değil de üçgen, beşgen, yedigen olsaydı gözcükler arasında işe yaramaz boşluklar kalacaktı. (..) Ayrıca arılar, kovan üzerinde daire veya sekiz çizerek birbirlerine yol târif eder, çiçeklerin bulundukları alanlar hakkında bilgi aktarır, bu bilgileri alan diğer arılar, bilmedikleri çiçek alanlarını kolaylıkla bulur, dönüşlerinde de arı hattı denilen en kestirme yolu kullanırlar. (Ö. ÇELİK, 3/74; KUR’AN YOLU, 3/418)

‘Onda insanlara şifâ vardır.’   Bal, insan sağlığına çok faydalı, şifalı bir besindir. Balın vücûda şifâ olduğu tıbben de sâbittir. Rasûlullah (s) ‘in bu yönde tavsiyelerinden biri şöyledir: ‘Size şu iki şifâ kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’ân. (İbn-i Mace, Ö. ÇELİK, 3/74)

Ayrıca modern tıpta da bileşimindeki sakaroz, friktoz, protein, asit, organik ve mâdeni maddeler dolayısı ile balın hem şifa verici hem de koruyucu bir özelliğe sâhip olduğu kabul edilmektedir. (..) Bütün bunlar olağan üstü bir sanat kabiliyetinin tezâhürü olup, Allâh’ın yaratıcı kudretini ve hikmetini hesâba katmadan, basit bir hayvanın böyle bir eseri ve ürünü nasıl meydana getirebildiği sorusunu cevaplandırmak mümkün değildir. ‘İşte bunda da düşünen bir topluluk için delil bulunmaktadır.’ (KUR’AN YOLU, 3/418) 

‘şifâün’ : nekredir. Belirli bir hastalık değil, bâzı hastalıklara şifadır. (S. HAVVÂ, 8/59) (..) Günümüzde ise balın antioksidan etkisi, anti bakteriyel olması ve iltihâbı önlemesi pekçok hastalığın tedavisine yardımcı olarak önerilen gıdâlar arasında yer almasını sağlamaktadır. (iyigelenyiyecekler.com/ balın faydaları’ na atıfla M. DEMİRCİ, 2/168)  

Hadis: Mümin, bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar. (Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/199, Ö. ÇELİK, 3/75)

16/70-72  NANKÖRLÜK  MÜ  EDİYORLAR

70. (Ey insanlar!) Sizi Allah yarattı, sonra da sizi O vefat ettirecektir. İçinizden kimi de daha önce bâzı şeyleri bilirken, sonra bir şey bilmez hâle gelsin diye ömrünün en düşkün çağına kadar yaşatılırlar. Allah (herşeyihakkıyla) bilendir, (herşeye) kâdirdir.

71. (Ey insanlar!) Allah rızık bakımından kiminizi kiminize üstün kıldı. Bol rızık verilenler ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını (kendileriyleeşitseviyeyeçıkacakderecede) vermezler. (HâlbukiAllah, onlarınrızkınıkendilerineemânetolarakvermiştir.) Bu böyle iken Allâh’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar? [krş. 70/24-25]

72. (Ey insanlar!) Allah, size kendilerinizden eşler verdi; eşlerinizden de size oğullar ve torunlar verdi ve size güzel (vetemiz) şeylerden rızık verdi. Böyle iken müşrikler yine bâtıla inanıyorlar da Allâh’ın nîmetine (karşı) hâlâ nankörlük mü ediyorlar?

70-72. (70).‘… bâzı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak.’ Ömrün kötü, düşkün ve bildiklerini unutma, bilirken bilmez olma devresine erzel-i ömür denilir.  Hadis: Peygamberimiz (s.a.), ‘Erzel-i ömürden Allâh’a sığınmıştır.’ Hz. İkrime’den gelen bir müjdeye göre Kur’ân okumaya devam eden, erzel-i ömre düşmez. (H. T. FEYİZLİ, 1/273)   

(71).‘Allah, rızık konusunda bâzınızı bâzınızdan üstün kıldı.’  İnsanlar, Allâh’ın takdîri ile doğuştan getirdikleri kâbiliyetlerin, ayrıca yine ilâhi takdîre bağlı olarak yaşadıkları sürece karşılaştıkları imkân ve fırsatların azlığına veya çokluğuna, elverişli olup olmamasına ve bunları farklı şekillerde değerlendirmelerine göre rızıkları, kazançları farklı olmuştur ve olacaktır. İnsan, sâhip olduğu kazançla değil, onu nasıl kullandığı ile değerlendirilir. (KUR’AN YOLU, 3/420)  

‘Bol rızık verilenler ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını vermezler.’     ‘ellerinizin altındakiler’: Ellerinizin altındakilerden maksat, özel anlamda köleler, genel anlamda kişinin bakımından geçiminden sorumlu bulunduğu yakınları ve (işyerinde) çalıştırdığı insanlardır. Âyetle, servet sâhiplerinden bu insanları kendisiyle aynı seviyede yararlandırmak öngörülmektedir. Bu konuda cimri davrananlar kınanmaktadır. Bu öğretisi ile âyet, İslâm’ın eşitlik, adâlet, dayanışma, paylaşma gibi sosyal değerlere verdiği önemin veciz ifâdesidir. (KUR’AN YOLU, 3/420, 421)    

‘.. rızıklarını ellerinin altında bulunanlara rızıkta (kendileriyle) eşit olurlar diye vermezler.’ Yüce Allah; bu cümleyi putları, cinleri, Allâh’a ortak koşanların yaptıklarının yanlışlığına misâl olarak vermektedir. Müşrikler putlara, hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya ilâh diyerek (5/17), Allâh’a ortak koşuyorlar. Allâh’a ortak koşmak, zulüm (31/13), iftirâ ve büyük günahtır. (4/48, 116; 5/72), Müşrikler servetlerinin bir kısmını kendileri ile eşit olurlar diye hizmetçilere ve çalışanlara vermedikleri hâlde, nasıl Allâh’a ortak koşuyorlar. Kendileri ortak kabul etmiyor, ama putları Allâh’a ortak koşuyorlar. Kendileri için ortaklığa râzı olmadıkları hâlde, Allâh’a nasıl ortak koşuyorlar? Bu bir çelişkidir. (İ. KARAGÖZ 4/137)   

Hadis: ‘Elinizin altındaki köleler, hizmetliler, çalışanlar sizin kardeşlerinizdir. Allah onları size emânet etmiştir. Şu hâlde kimin yanında bu şekilde kardeşi bulunuyorsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ya güçlerinin yetmeyeceği ağır işler yüklemeyin veya yüklerseniz siz de yardım edin.’ (Buhâri Îman 22, Müslim Eyman 40’dan Ö. ÇELİK, 3/76)

(72).‘Allah sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için oğullar, torunlar varetti.’ Âdemoğullarını erkek ve dişi olarak yaratmış olması, O’nun rahmetindendir. Dişileri erkeklere eş kılması da O’nun rahmetindendir. Daha sonra Yüce Allah, bu eşlerden çucuklar ve torunlar da yaratmış olduğunu hatırlatmaktadır. (İbn Kesir’den). Yiyecek ve içecek’temiz’ ve hoş ‘şeylerden size rızık verdi.’ Bu da onun üzerinizdeki nîmetinin eksiksizliğini göstermektedir. Durum böyle olduğuna göre, nasıl olur da O’na ortak koşarsınız? (S. HAVVÂ, 8/54, 55)

‘.. ve sizi temiz şeylerden rızıklandırır.’ ‘tayyibât: temiz şeyler’: Yiyecek, içilecek ve kullanılacak şeylerin iyi ve temiz olanları helâldir. ‘Tayyib’ kelimesi; iyi, temiz, nezih, güzel, faydalı şeylerin helâl olduğunu ifâde eder. ‘Peygamber insanlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar.’ (7/157). Yüce Allah, bu âyetterızık olarak temiz şeylerivar ettiğini bildirerek, tayyip olanı teşvik etmekte ve habis olandan sakındırmaktadır. (İ. KARAGÖZ 4/139)

‘Allâh’ın nîmeti olan (İslâm)’ı inkâr mı ediyorlar?’ ‘Allâh’ın nîmeti’ ile maksat, İslâm dînidir. Mâide sûresinin ‘Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim. Size nîmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim’ anlamındaki 3’ncü âyetinde İslâm dîni, nîmet olarak ifâde edilmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/139)

16/73-75  ALLÂH’A  BENZERLER  İCAD  ETMEYİN

73. (Onankörler) Allâh’ı bırakıp onlar için göklerden ve yerden hiçbir rızka (hiçbirşeye) sâhip olmayan ve buna güçleri de yetmeyen putlara tapıyorlar. [bk. 16/20-22]

74. (Ey müşrikler!) Sakın Allâh için ötnekler göstermeyin. (putları O’nadenkilâhedinmeyin). Çünkü Allah (herşeyi) bilir. Siz ise bilmezsiniz. [bk. 2/165]

75. Allah şöyle bir temsil getirdi: Hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, tarafımızdan kendisini güzel bir rızıkla rızıklandırdığımız, o da bundan gizli ve âşikâr harcayan (hür) bir kimse hiç eşit olur mu? Bütün hamd Allâh’ındır. Ama onların çoğu bilmezler. [krş. 39/29]

73-75. (73).‘(Onankörler) Allâh’ı bırakıp onlar için göklerden ve yerden hiçbir rızka sâhip olmayan ve buna güçleri de yetmeyen putlara tapıyorlar.’ Nîmetleriyle lütufta bulunan, en basit bir şeyi dahi rızık olarak veremezler. Buna sâhip olamazlar, buna imkânları da yoktur. Onlardan böyle bir şey beklenemez. Böyle olduklarına göre, nasıl olur da onlara ibâdet edilebilir? (S. HAVVÂ, 8/55)

(74).‘Sakın Allâh için örnekler göstermeyin. Allah bilir, siz bilmezsiniz.’ O bilir ve kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik eder. Sizler (..) bilgisizlik göstererek başkasını O’na ortak koşmaktasınız. (S. HAVVÂ, 8/55)

(75).‘Allah şöyle bir örnek verdi: Hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, tarafımızdan kendisini güzel bir rızıkla rızıklandırdığımız, o da bundan gizli ve âşikâr harcayan (hür) bir kimse hiç eşit olur mu?’ Mücâhid bu misal / örnek hakkında şöyle demektedir: ‘Bu, put ile yüce Allah için verilmiş örnektir, hiç bu ikisi eşit olur mu? (S. HAVVÂ, 8/56)  

Köle,özgürdeğildir, başkasının mülküdür, hiçbir şeye gücü yetmez. Hür ve zengin insan, malını açık ve gizli Allah yolunda harcar. Nasıl bu ikisi eşit değilse, Allah ile putlar da eşit değildir. Putlar köleye benzetilmiştir, cansızdır, âcizdir, hiçbir işe yaramaz. Allah; kâdir, yaratıcı ve rızık vericidir. Âciz ve fakir köle ile hür ve zengin insan eşit olmadığı gibi, Allah ile putlar da eşit olamaz. Başka bir ifâde ile putlar ilâh olamaz ve Allâh’a ortak yapılamaz. Yüce Allah, bu örneklesomut olarak müşriklerin anlayacağı şekilde uyarmakta ve putları ilâh kabul etmekten ve onlara tapmaktan men etmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/141)  

16/76-79  İNANAN  BİR  TOPLUM  İÇİN  İBRETLER

76. Allah şu iki adamı da örnek verdi: Biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisinin üzerine yüktür; onu nereye gönderse bir hayır(lınetice) getirmez. (Şimdi) bu, kendisi doğru bir yol üzerinde olan, adâleti söyleyip uygulayan (başarılı) kimse ile denk olur mu?

77. Göklerin ve yerin gizlilikleri(nibilmek) Allâh’a özgüdür. Kıyâmet işi, başka değil, ancak bir göz kırpma gibidir veya daha yakın (dahahızlı)dır. Çünkü Allah her şeye kâdirdir.

78. (Ey insanlar!) Allah sizi, hiçbir şey bilmezken annelerinizin karnından çıkarmıştır. Şükredesiniz diye size işitme (duyusu), gözler ve gönüller verdi. [krş. 32/9]

79. (Ey Peygamberim!) İnsanlar göğün boşluğunda ilâhî emir dâhilinde (uçan) kuşları görmediler mi? Onları (havada) tutan ancak Allah’tır. Doğrusu bunda inanan bir toplum için nice ibretler (Allâh’ınkudretineişâretler) vardır. [bk. 67/19]

76-79. (76).‘Allah şu iki adamı da örnek verdi: Biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisinin üzerine yüktür; onu nereye gönderse bir hayır(lınetice) getirmez. (Şimdi) bu, kendisi doğru bir yol üzerinde olan, adâleti söyleyip uygulayan (çalışkan) kimse ile denk olur mu?’ Rabbimiz bu iki âyet-i kerîmede birkaç yönlü misâl vererek insanları uyarıyor. Şöyle ki: Hiçbir şeye sâhip ve hiçbir konuda yetkisi olmayan ve başkasının malı olan bir köle, her şeyin mülk ve idaresine sâhip hür bir kimse ile eşit olur mu? İşte gafil olanlar, şaşkınlıklarından bu farkı göremezler, her şeyin mülk ve idâresine sâhip Allah varken O’nun dışındaki âciz yaratıkları veya putları/putlaştırdıklarını O’nunla denk tutarlar, onlara bağlanıp kulluk ederler, böylece de şirke düşerler. Gerçek mü’minler, bu büyük eşitsizliği bilirler de Allah’tan başkasına kulluk etmezler.) [bk. 1/4; 2/165, 256; 9/31] (H. T. FEYİZLİ, 1/274)

Bizim kanaatimize göre söz konusu âyet zâhiri itibariyle bir taraftan dilsizlik ve yetersizlikle adâlet ve yeterlilik, diğer taraftanda mümin ile kâfir arasında bir mukâyese / karşılaştırma yaparak, bu iki vasıfla sözü edilen iki grubun aslâ birbirine denk tutulamayacağını anlatmaktadır. İçsel (gaî) anlamı itibâriyle de Yüce Allâh’ı  (zat ve sıfatları itibâriyle), hiçbir şey yapamayan âciz putlarla karşılaştırıp, O Yüce varlığı her türlü ortaklık iddiâlarından tenzih etmek sûretiyle tevhid ilkesini vurgulamaktır. Buna göre âyette amaçlanan mesaj, ortaya konan bir örnek yoluyla muhâtaba ulaştırılmış olmaktadır. (M. DEMİRCİ, 2/171, 172)   

(77).‘Göklerin ve yerin gaybı’ ile maksat, melekler, kader, ruh ve kıyâmetin kopma zamânı gibi, insanın bilgi sınırını aşan kâinat ile ilgili konulardır. ‘Gökler’; Güneş, Ay, yıldızlar, gezegenler, galâksiler ve melekler; ‘yer’; üzerinde yaşadığımız Yerküredir. Yüce Allah, yerde ve göklerde bulunancanlı ve cansız varlıkların sayılarını, durumlarını, canlıların çalışmalarını, yaşayışlarını ve görevlerini yapıp yapmadıklarını, gizli ve âşikâr hâllerini ve ecellerini bilir. (İ. KARAGÖZ 4/143)

‘Göklerin ve yerin gaybı Allâh’a âittir.’ Aslında insanoğlunun geleceğe ilişkin şeyleri bilmemesi, şu andan sonrasından habersiz oluşu, Allâh’ın insana bir rahmetidir. İnsanlar bu sâyede düşünebilir,  çalışabilir, ürün kaldırabilir ve birtakım onarım ve inşâ işlerine girebilirler. Kendilerinin başlatmış oldukları çalışmaları, sonrakilerin gelip tamamlaması için ardlarında bırakabilirler. Böylece perde arkasında gizli olan ecelleri gelinceye kadar bir çalışma içinde olmaları sağlanmış olur. İşte kıyâmet de gizli olan gaybla ilgili konulardan biridir. Şâyet insanlar kıyâmetin ne zaman kopacağını bilselerdi hayâtın çarkı durur veya bozulurdu. (S. KUTUB, 6/554)

‘Kıyâmetin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir.’ Göklerde ve yerde kullar için gizli olan ve kullar için bilinmez olan herşeyin bilgisi O’na özgüdür. Kıyâmet olayı ise açılmış göz kapağının aşağıya inmesi gibidir. Veya bundan daha yakındır. (S. HAVVÂ, 8/56)

(78).‘..şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.’ Âyette insanın hiçbir şey bilmez oluşuna dikkat çekilmekte, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara kulaklar, gözler ve kalpler (akıllar) verdiği hatırlatılmaktadır. İnsanın en değerli özelliğinin bilgi ve düşünme kapasitesi olduğuna ve nîmete şükretmek gerektiğine işâret edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/425)

Kanı pompalayan bir maddi kalp vardır, bir de îmanın derinleştiği ya da küfrün dile getirildiği kalp vardır. Burada sözü edilen kalp, budur. Şânı Yüce Allah: ‘Gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.’ (Hacc, 22/46) Teklifi kabul eden, onunla etkileşime giren, övgüye değer irâdenin kaynağını oluşturan aklın merkezi olan kalp de budur.  (S. HAVVÂ, 8/79)

Bu âyet-i kerîme bilginin özelliklerine işâret eder. İnsan doğarken hiçbir edinilmiş bilgiye sâhip değildir. Bilgi edinme yolları, duyu organları, haber / nakil ve akıldır. Ancak burada duyu organları, kulak, göz ve kalp olarak değil, bunların ileri fonksiyonları olan anlamak için duyma, basiret ve fuâd zikredilmiştir. Fuâd, kalbin ya da aklın en son ve en hassas algı noktasıdır. (F. BEŞER 1/579)

Yüce Allah, bütün kuşlarakanatlarlauçabilmeyeteneğivermiştir. ‘Kuşları gökte ancak Allah tutuyor ve uçmalarını sağlıyor’ cümlesi, bu anlamı ifâde eder. Bu cümle, aynı zamanda yerçekim kânununa da işâret etmektedir. Kâfirlerin, bu kuşlara bakıp yüce Allâh’ın varlığını ve gücünü görmeleri gerekir. (..) ‘.. görmediler mi?’ soru cümlesi, ‘görsünler ve bildsinler’ anlamındadır. (..) ‘Allâh’ın emrine boyun eğdirilmiş’ kelimesi, kuşların Allâh’ın emri, ilhâmı ve verdiği yetenek ile uçtuklarını ifâde eder. İnsanlar, kuşlardan esinlenerek, Allâh’ın verdiği akıllarını ve yeteneklerini kullanarakuçak yapmışlardır. (İ. KARAGÖZ 4/146)  

16/80-83  SANA  DÜŞEN  ANCAK  TEBLİĞ

80. (Ey insanlar!) Allah, size evlerinizi oturulacak (vedinlenilecek) bir yer yaptı. Yine sizin için hayvanların derilerinden gerek göç (veyolculuk) gününüzde gerek ikâmet gününüzde hafif gör(üptaşıy)acağınız evler; yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir zamâna kadar (kullanacağınız) hem giyimlik ve döşemelik hem de geçimlikler var etti.

81. Allah, yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda barınaklar var etti. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşınızda koruyacak elbiseler (zırhlar) var etti. Böylece (Allah) size nîmetini tamamlıyor ki siz müslüman olup selâmet bulasınız. [bk. 16/7-8]

82. (Ey Peygamberim!) Eğer insanlar (buna rağmen Allâh’a îman etmekten) yine de yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen, ancak açıkça tebliğ etmektir.

83. Müşrikler hem Allâh’ın nîmetini bilirler hem de (O’ndanbaşkasınatapınmaksûretiyle) bunu inkâr ederler. Zâten onların çoğu kâfir kimselerdir. [bk. 9/31; 16/51-52]

80-83. (80).‘Allâh’ı evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı.’ İslâm, barınma ve rahat için gerekli olan tüm imkânları temin eder. Ayrıca o evde bulunanların huzûru için gerekli olan şartları da hazırlar. Böylece o evde bulunanların huzûru için gerekli olan şartları da hazırlar. Böylece her biri diğerine bir teselli ve huzur vâsıtası olur. Yoksa ev,  hiçbir zaman tartışma, ayrılık ve düşmanlık yeri değildir. O sâdece barış, güven, emniyet, huzur ve rahatlama yeridir. İşte bu nedenle İslâm, eve dokunulmazlık vermiştir. Böylece oranın huzûrunu, güvenini ve barışını sağlamıştır. Oraya girmek isteyen, ancak izin aldıktan sonra girebilir. Hiç kimse haksız yere otoritenin adını kullanarak oraya dalamaz. Herhangi bir sebepten dolayı evin içinde meydana gelen olayları, nelerin olup bittiğini gözetleyemez. Ve hiç kimse, evdekilerin haberi olmadan veya onların evde bulunmadığı sırada onların aleyhine birtakım haberler toplamak için eve giremez. Onların huzûrunu ve güvenini bozamaz. İslâm’ın evler için öngördüğü sükûneti ihlâl edemez. (S. KUTUB, 6/557, 558)

(81).‘Allah, yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda barınaklar var etti. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşınızda koruyacak elbiseler (zırhlar) verdi. Böylece (Allah) size nîmetini tamamlıyor ki siz müslüman olup selâmet bulasınız.’ Allah Teâlâ bütün bu nîmetleri verirken ve bunları hatırlatırken insanlardan sâdece şunu istemektedir: Saygıyla Allâh’ayönelsinler, birliğini tanıyarak O’na teslim olsunlar, boyun eğsinler ve yalnız O’na kul olsunlar. (KUR’AN YOLU, 3/426)

(82).‘Eğer yine de yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen, ancak açıkça bildirmektir.’ Âyete göre böylelerine karşı din adına yapılacak olan şey, sâdece muhatabın tam olarak anlayabileceği açıklıkta dini tebliğ etmektir. Buna rağmen inkârda ısrar ediliyorsa, sorumluluk ısrar edene âittir. (KUR’AN YOLU, 3/426)

(83).(Müşrikler) Allâh’ın nîmetini bilirler.’ Allâh’ın nîmetinden maksat, Hz. Peygamber (s)’dir. Çünkü o, gerek kendi halkı, gerekse bütün insanlık için bir kurtarıcıdır. Muhâtabı olan Mekkeliler onu tanıyor, fazîletlerini yakından biliyorlardı. Buna rağmen ondan yüz çevirmeleri nankörlükdü. Başka bir yoruma göre ‘Allâh’ın nîmeti’yle (kasdedilen) (..) O’nun maddi ve mânevi ihsanlarıdır. (KURAN YOLU 3/426)

16/84-89  HER  ÜMMETTEN  BİR  ŞÂHİT

84. Kıyâmet günü her toplumdan bir şâhit getiririz, sonra kâfirlere (itiraziçin) izin vermez, özür dilemeleri de kabul edilmez. [bk. 4/41]

85. O (kendilerine) zulmedenlere, azâbı görünce artık onlara (azapları) hafifletilmez, (azaptan kurtulmaları için) kendilerine fırsat verilmez.

86. ‘Allâh’a eş tanıyanlar,’ (dünyâdataptıkları) ortaklarını görünce: “Ey Rabbimiz! İşte bunlar, senden başka yalvar(ıptapmışol)duğumuz ortaklarımızdır.” diyecekler. Onlar da bunlara: “Siz elbette yalancılarsınız” diye söz atacaklar.

87. O gün Allâh’a teslimiyet arz ederler, nihâyet uydurup durdukları (put, tâğûtvebenzerleri) de onlardan uzaklaşıp gitmiş olurlar. [bk. 2/166-167; 18/52; 25/17-19;29/25; 46/5-6]

88. Küfre sapıp da (insanları) Allah yolundan alıkoyanlara (böyle) bozgunculuk yapmalarından dolayı, azap üstüne azap ederiz.

89. (Ey Peygamberim!) O gün (kıyâmette) her ümmet içinden kendilerine bir (peygamberi) şâhit göndereceğiz. (Resûlüm!) Seni de onların üzerine şâhit getireceğiz. Biz sana (bu) Kitab’ı, her şey için bir açıklama, bir doğru yol rehberi, bir rahmet ve müslümanlara bir müjde olarak indirdik. [bk. 4/41; 16/84]

84-89. (84).‘O gün (kıyâmette) her ümmetten bir (peygamberikendilerine) şâhit göndereceğiz; sonra o kâfirlere (itiraziçin) izin verilmez, özür dilemeleri de kabul edilmez.’  Kıyâmet gününde her ümmete kendi peygamberi bir şahit olarak getirilecek ve hepsinin üzerine de Hz. Muhammed şâhit getirilecektir. Nebisi olmayan ümmet konusunda iki görüş vardır: (a) Peygamberden sonra gelen yönetici hâlifeleri o ümmet için şahit olur, (b) Bilginler şâhit olur. (H. DÖNDÜREN, Kurtubi’den, 1/446)

Yâni onlara, işledikleri günahlar nedeniyle Rablerinden özür dileme fırsatı verilmeyecektir. Çünkü o gün, hüküm günü olacak, özür dileme ve tevbe etme zamanı çoktan sona ermiş olacaktır. Kur’ân ve hadisler, tevbe etme ve özür dileme yerinin âhiret değil, bu dünyâ olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. (MEVDÛDİ, 3/45)

(85).‘.. artık onların azâbı hafifletilmez.’ Kâfirler cehennemde ölmek isterler (25/13), fakat ölemezler, çünkü âhirette ölüm yoktur. (Müslim). Yardım isterler, fakat yardım edilmez. (2/86). ‘Cehennemde olanlar, cehennem bekçisi meleklere ‘Rabbinize yalvarın da (hiç değilse) bir gün bizden azâbı hafifletsin’ derler. Cehennem bekçileri onlara derler ki: ‘Size peygamberleriniz açık mucizeler getirmemiş miydi?’ Onlar: ‘Evet, getirmişti’ derler. Bekçiler: ‘Öyleyse kendiniz yalvarın’ derler. Şüphesiz kâfirlerin duâsı boşunadır.’ (40/49-50; İ. KARAGÖZ 4/152))

(86, 87).‘O gün (müşrikler) Allâh’a teslimiyet arz ederler.’  Müşrikler, putlarının kendilerini Allâh’a yaklaştıracağına inanıyor, onlara bu sebeple taptıklarını söylüyorlardı. (Zümer, 39/3). Anlaşıldığına göre, âhirette kendilerine şefaat etmelerini beklerken putları, onları yüzüstü bırakacak, umduklarını bulamamanın yıkımını yaşayacaklardır. (KUR’AN YOLU, 3/429)

Âyetten, kendilerine tapılan varlıklar, müşriklere, ‘Siz kesinlikle yalancılarsınız’ diye şâhitlik edecekleri ve kendilerinin bu konuda bir kusurlarının olmadığını dile getirecekleri anlaşılmaktadır. Yûnus sûresinin 28’nci âyetinde Allâh’a ortak koşulan varlıkların müşriklere ‘Siz bize ibâdet etmiyordunuz’ diyecekleri, Ahkaf sûresinin 5’nci âyetinde müşriklerin tapmalarından habersiz olduklarını, 6’ncı âyette ise müşriklere düşman olacakları ve onların ibâdetlerini inkâr edecekleri bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/153)

(88).‘….azaplarını kat kat artıracağız.’ Allâh’ı inkâr edip, insanların hidâyetine engel olanların suçları, bireysel olmanın ötesine geçmekte olup, insanların mânevi hayatlarına tahribatlar vermektedirler. Cezâları da bu tahribat derecesine göre katlanacaktır. (Ankebut, 29/13) Hadis-i Şerif ‘te de ‘İyi çığır açanların, o yolda gidenlerin sevabınca ödüllendirileceği, kötü çığır açanların da, kötülüğe bulaşanların kötülüğü kadar günah yüklenecekleri’  bildirilmiştir. (Müslim İlim 15’den, KUR’AN YOLU, 3/429)

‘.. bozgunculuk yapmalarından dolayı’ Toplumda insanların îman etmelerineveya müminlerin îmanları gereği ibâdetlerini yapmalarına engel olmak yâni îman ve ibâdet özgürlüğüne engel olmak toplumda bozgunculuk yapmaktır. Âyetteki ‘yaptıkları bozgunculuklar’ ifâdesi ile bu anlam kasdedilmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/154)

(89).‘Biz sana (bu) kitabı, herşey için bir açıklama, bir doğru yol rehberi, bir rahmet ve Müslümanlara bir müjde olarak indirdik.’ İbn-i Mes’ud şöyle diyor: Bu Kur’ân-ı Kerim’de her türlü bilgi ve her bir şey bize açıklanmış bulunuyor. Fert olarak insanın gerek duyacağı her bir problemde ve bütünüyle insanlığın karşı karşıya kalacağı her bir meselede, mutlaka Allâh’ın hak bir hükmü vardır. (S. HAVVÂ, 8/62)

‘.. herşeyi açıklayan’ Nesefi’den: Yâni dine âit her konuyu açıklayıcı olarak indirdik. Bu kitapta, şânı Yüce Allah, bizlere Rasûlüne uymayı emretmekte (Nisâ, 4/59), bizleri icmâa uymaya teşvik etmekte (Nisâ, 4/115), diğer taraftan Rasûlullah (Hadis): ‘Ashabım yıldızlar gibidir,    hangisineuyarsanız, hidâyet bulursunuz’ buyurmuştur. Ashab, ictihad etmiş, kıyas yapmıştır. Buna göre sünnet, icmâ, sahâbe sözü ve kıyas, kitabın beyanına / açıklamasına dayalıdır. Böylece kitabın, her şeyin açıklayıcısı olduğu da ortaya çıkmış bulunuyor. (S. HAVVÂ, 8/81)

Kur’ân-ı Kerim hidâyetle dalaletin, hakla bâtılın, helâlle haramn dayandığı herşeyi açıkça beyan etmiştir.. Âyetteki ‘herşey’ den maksat, insanların din ve ebedi hayatları ile ilgili konulardır. (Ö. ÇELİK, 3/84)     

16/90  DÜŞÜNÜP  TUTASINIZ  DİYE  ÖĞÜT  VERİYOR

90. Şüphesiz Allah adâleti, iyiliği ve yakınlığı olana (özellikleakrabayamuhtaçolduklarışeyleri) vermeyi emreder; ahlâksızlığı / hayâsızlığı, fenâlığı, zulmü/azgınlığı yasaklar. İyice anlayıp tutasınız diye size (böylece) öğüt verir.

90-90. Âyet-i kerîmedeki “fahşâ” kelimesi; zina, ahlâk dışı davranışlar ve birleşmeler, hayasızlık, açıklık, çıplaklık, çıplak resimler ve bu türden film, tiyatro, dans gibi, haram/günah sayılan bütün fiilleri içine alır. Gerek Allâh’ın gerek kulların haklarını çiğneyen her türlü hareket de ‘bağy’ ifâdesine dâhildir. Yüce Allâh’ın bu emri ve nehyi karşısında iyiliğin, güzelliğin ve adâletin, ancak O’nun hükümlerine uygun olarak yerleşmesi; toplumları çürütüp çökerten zulüm, fuhuş ve her türlü kötülüğün ve azgınlığın da yine O’nun hükümlerine uygun olarak lâyık olduğu gerçekleşmesi, zulüm ve kötü işlerin kalkması sâdece düşünmek ve istemekle olmayacaktır. [bk. 5/44-45, 47 ] (H. T. FEYİZLİ, 1/276)

(1).‘Muhakkak ki Allah adâleti emreder.’ Muhakkak ki Allah herşeyde, hakların edâ edilmesinde, görevlerin yerine getirilmesinde, adâleti emreder. Siyâsette, ekonomide, toplum hayâtında hakları ve görevleri belirleyen O’dur. O’nun emri dışında adâlet yoktur. İnsanlık hayâtında adâlet,  ancak O’nun kitabının ve Resûlünün sünnetinin uygulanması ile gerçekleşir. (S. HAVVÂ, 8/87)

‘Allah adâleti emreder’ cümlesi, ‘âdil olun’ anlamındadır. Kur’an’da birçok âyette yüce Allah, âdil olunmasını amretmektedir: ‘Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin, âdil olun, adâlet takvâya daha yakındır.’ (5/8). ‘Söylediğiniz zaman akrabânız da olsa âdil olub, doğruyu söyleyin.’ (6/152; bk. 49/9, 4/135), âyetleriyle yüce Allah, insanların âdil olmalarını istemektedir. (İ. KARAGÖZ 4/157)

Adl (Adâlet): Her şeyi lâyık olduğu yere yerleştirmek, hakkı yerine koymaktır ki, azgınlığın, başka bir ifâde ile haksızlık ve zulmün zıddıdır. (ELMALILI, 5/253)

Adâlet,  Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde genellikle düzen, denge, eşitlik, gerçeğe uygun hüküm verme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık gibi, mânâlarda kullanılmıştır. (KUR’AN YOLU, 3/433)

(2).‘ihsânı … emreder.’ İhsan, başkasına iyilik etmek, yaptığını güzel yapmak anlamlarına gelir, (KUR’AN YOLU, 3/434)

İhsan kavramı, Kur’ân’da sözlük anlamına paralel olarak iyilik etmek ve iyi davranmak (Yûsuf, 12/23, 100, İsrâ, 17/23). Yine güzel fiil işlemek (Nahl, 16/30, Yûnus, 10/26), bir ameli bir fiili ve bir görevi en iyi bir şekilde ve hakkıyla yapmak, (Bakara 2/112, Nisâ 4/125), anlamlarında kullanılmıştır.  (..)İhsan,  üç kısımda zikredilir: (a) Allâh’a karşı ihsan (îman etmek, emir ve yasaklara uymak), (b) İnsanlara karşı ihsan (ana, baba, eş, çocuk, komşu, akrabâlara iyilik), (c) Kendine karşı ihsan (îman ve sâlih ameller işlemek). (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/265)

Hadis: Cibril (a.s.)’ın ‘İhsan nedir?’ sorusuna Hz. Muhemmed (a.s.), ‘Allâh’ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmen, her ne kadar sen O’nu görmesen de O, seni görüyordur’ cevâbını vermiştir. (Buhâri’den)

 (3).‘yakınlara vermeyi (emreder)’ Yakın hısımlara muhtaç oldukları şeyleri vermek ve yardım etmek demektir.Yakın hısımlara sıla-i rahim yapmak farz gücündedir. ‘Akrabâya hakkını ver.’ (İsrâ, 17/26), burada akrabâya ziyâret ve ihtiyâcı olana verme kastedilir. (H. DÖNDÜREN, 1/447)

Yakınlarla ilişkiyi devam ettirmek,onlarıniyivekötügünlerinde yanlarında olmak, onlara maddî ve mânevi yardımda bulunmak, müminleri Allah ve peygamberin kesin emridir. Kur’an’da lânet ve gazaba uğrayanlarındavranışlarından biri olarak sıla-i rahim’i terk etmek zikredilmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/160)

(4)(5)(6)‘ahlâksızlığı / hayâsızlığı, fenâlığı, zulmü /azgınlığı yasaklar’ ‘Fahşâ’ olarak nitelenen söz, eylem ve davranışlar haram olduğu (6/151) gibi, bunları teşvik etmmek, toplumda fuhşun işlenmesini ve yayılmasını istemek de haramdır. (6/151, 7/33, 24/19; İ. KARAGÖZ 4/160)

Kur’an’da edepsizlik ve çirkinlikleri insanlara şeytanların emrettiği (2/169, 24/21), huhşun açığına da gizlisine de yaklaşılmaması gerektiği (6/151), Allâh’ın mükâfatına nâil olan iyi insanların fahşâ olarak nitelenen söz ve eylemlerden kaçındıkları (42/37, 53/32) namazın müminleri bu davranışlardan alıkoyduğu (29/45) bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/160)

Hadis: Zulüm, kıyâmet gününde karanlık(lar)dır. Fuhuştan sakının. Çünkü Allah, her türlü çirkin söz, fiil ve davranışları ve fuhuş sâhiplerini de bir şeyi kötülemeyi ve çirkin görmeyi sevmez.’ (Ebû Dâvud Libas 28, Müslim Selâm 11; İ. KARAGÖZ 4/160)

Münker,  genellikle mâruf kavramının zıddı olarak, aklın ve sağduyunun çirkin bulduğu, erdemli toplumun yadırgadığı tutum ve davranışlar anlamına gelir. (Nisâ, 4/19, 140; Araf, 7/157; KUR’AN YOLU, 3/436)

Münker, Allâh’ın râzı olmadığı, İslâm’ın çirkin, kötü, kabahat, günah ve haram olarak bildirdiği davranışlardır. Münker, mârûfun zıddıdır. Dînimizde, mârûfun emredilmesi, münkerin ise yasaklanması istenmiştir. (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/435)

Hadis: ‘Sizden her kim kötü ve çirkin birşeyin yapıldığını görürse, eliyle değiştirsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle nefret etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir.’ (Müslim Îman 78, İ. KARAGÖZ 4/161)   

Bağy, Hakkı olmayan şeyi istemek ve başkasının hakkına tecâvüz etmektir. Ahlâki sınırları aşan ve başkalarının haklarını çiğneyen her türlü kötü davranış bunun içine girer. (Ö. ÇELİK, 3/87)

‘Allah azgınlık ve zulmü yasaklar’ cümlesi, azgınlık ve zulmün haram ve (büyük) günah oldığını ifâde eder. ‘Azgınlık ve zulüm’ insanın kendisine, insanlara ve diğer canlılara yönelik olur. (İ. KARAGÖZ 4/161)

İbn-i Mes’ud bu âyeti kerîmeyi, Kur’ân’ın en kapsamlı âyeti (olarak) kabul eder. Bu âyeti ilk defa hutbenin sonunda okuyan Ömer bin Abdülaziz olmuştur. (Ö. ÇELİK, 3/87)  

(..) Kendi irâdesiyle Müslüman olan bir kimse için ‘Allâh’ın öğüdü’, insanların öğüdü gibi değildir, bağlayıcıdır. Kur’an bütünüyle bir öğüttür. (81/27). Mâdem Kur’an bir öğüttür, bu öğüdü tutsak da olur, tutmasak da olur, diyemeyiz. Allâh’ın öğüdü her Müslümanı bağlar. Allâh’ın öğüdünü kabul etmeyen kâfir, kabul ettiği hâlde uygulamayan günahkâr olur. Allâh’ın öğüdünün bağlayıcı olduğunun açık delili âyetteki ‘.. düşünüp uygulayasınız diye Allah size öğüt veriyor’ cümlesinin ‘Allah emrediyor’ ve ‘Allah yasaklıyor’ cümlelerinden sonra gelmiş olmasıdır. ‘Öğüt almanız için’ cümlesi, Allâh’ın niçin öğüt verdiğinin gerekçesini bildirmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/162)

16/91-95  YEMİNLERİNİZİ  BOZMAYIN

91. (Ey müminler!) Sözleşme yaptığınız zaman, Allâh (için verdiğiniz) sözü yerine getirin. Yeminleri, Allâh’ı kendinize kefil yaparak sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir. [bk. 2/224; 5/89]

92. (Ey müminler!) Siz ise bir topluluğun, diğer bir topluluktan daha çok olmasından dolayı yeminlerinizi, aranızda bir hîle vasıtası edinerek (iyiamellerinizibozmayın; böyleyaparak) ipliğini sağlamca eğirip büktükten sonra, onu çözüp bozan kadın gibi olmayın. Allah, bununla (ahde vefâ ve sadâkat ile) sizi imtihan etmektedir. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri (Allah) kıyâmet gününde elbette size açıklayacaktır.

93. (Ey insanlar!) Allah dileseydi sizi(nhepinizi) bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini (kötüniyetveamellerigereğiolarak) sapıklıkta bırakır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir. Ve siz yaptığınız (Allâh’ınrâzıolmadığıbütün) işlerden kesinlikle hesâba çekileceksiniz. [bk. 10/99; 11/118-119]

94. (Ey müminler!) Yeminlerinizi aranızda hîle ve aldatma (sebebi) yapmayın. Çünkü (İslâm’da) sağlam yerleşmişken bir ayak (sizinyüzünüzden) kayar da böylece (insanları) Allâh’ın yolundan alıkoymuş olacağınızdan dolayı (hakettiğiniz) kötülüğü tadarsınız. (Âhirettede) size büyük bir azap vardır.

95. Allâh’a verdiğiniz sözü, az bir değere (yânidünyâlığa) satmayın. Eğer bilirseniz, ancak Allâh’ın katında olan sizin için daha hayırlıdır.

91-95. (91).’Antlaşma yaptığınız zaman, Allâh’ın ahdini yerine getiriniz.’ İnsan, îman edince Allâh’a ve peygambere itaat edeceğine, dînî emir ve yasaklara, helâl ve haramlara riâyet edeceğine söz vermiş olur. Müminlerin hem Allâh’a ve hem insanlara verdikleri sözlere ve yaptıkları sözleşmelere hakkıyla riâyet etmeleri gerekir. Bu husus birçok âyette ısrarla amredilmiştir: ‘Allâh’a verdiğiniz sözü tam tutun.’ (6/152). ‘Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü söz veren, sözünden sorumludur.’ (17/34; bk. 2/40, 33/15). Yapılan sözleşme ve vaadlerin, ‘Allâh’ın ahdi’, ‘All’ah’a söz verme’ olarak ifâde edilmesi, bunların din, ahlâk ve hukuk bakımından bağlayıcı olduğunu ve Allah katında sorumluluğu gerektirdiğini ifâde etmesi içindir. (İ. KARAGÖZ 4/164)

Ahidlerin en büyüğü Rasûlullah (s)’a bey’at etmek, ondan sonra Raşid hâlifelere ve âdil imamlara bey’at etmektir. Âyet-i kerimenin kapsamına, Müslümanların bağlı kalmak durumunda oldukları her bir sözleşme girmektedir. (S. HAVVÂ, 8/90)

‘Allâh’a verdiğiniz söz’ ashâbın Hz. Peygamberle yaptıkları biat, cihad, mâlî ibâdetler, Allah adına yapılan yemin anlamlarına gelmekte olup, her türlü meşru vaadi kapsadığı anlamına da gelir. (KUR’AN YOLU, 3/436)

Fıkıh kavramı olarak ahit, daha çok antlaşma ve taahhüt anlamında akit kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. (..) Ahidde hem kesin söz verme hem de yemin anlamı vardır. Kur’ân’da Allah Teâla’nın Hz. Âdem’e, Mûsâ’ya, İbrâhim ve İsmâil’e ahid verdiği ifâde edilmektedir. (Bakara, 2/125, Araf, 7/134, Taha, 20//115) Bu ahidden maksadının emir veya tâlimat verme olduğu ifâde olunmuştur. Yine Kur’ân’da Allah’la kulları arasındaki bir ahidleşmeden söz edilmiş (Yâsin, 36/60), ve bu ahdin bozulmaması istenmiştir. (Nahl, 16/91) (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/10)

Âyetteki sözleşme gayrimüslimlerle yapılan zimmet sözleşmesini de kapsar. Gayrimüslimler zımmi, müste’men ve harbi olmak üzere üçe ayrılır. Bir İslâm ülkesinde, zımmilerle olan ilişkiler, Müslümanların kendi arasındaki ilişkilerden farksızdır. Müste’men, İslâm ülkesinde vizeli pasaportla oturan yabancı tüccar, öğrenci, elçi, konsolos vb. kişilerdir. Bunların da mal, can, inanç ve ırzları koruma altındadır. İslâm ülkesi dışında kalan gayrimüslimlere harbi (ya da muharip) , ülkelerine de darü’l harp denir. (H. DÖNDÜREN, 1/447)

‘Yeminleri, Allâh’ı kendinize kefil yaparak sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın.’ Bir kime, Allâh’ın adını anarak yemin ettiği zaman, yeminine sadâkat göstermesi gerekir. Yüce Allah, ‘Yeminlerinizi tutun’ (5/89) buyurmuştur. Mâzeretsiz yeminin bozulmaması gerekir. Yüce Allah, yeminini bozan kimseleri, ipliği eğirip büktükten sonra tekrar çözen kimseye benzetmektedir. (..) Mâzeretsiz yeminini bozan kimse, günah işlemiş olur. Bu itibarla bu kimsenin tevbe etmesi ve kefâret ödemesi gerekir. (5/89). Eğer mâzereti varsa, yeminini bozabilir. ‘Allah (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmayı (ve kefâret ödemeyi) size meşru kılmıştır.’ (66/2) âyeti bunun delilidir. (İ. KARAGÖZ 4/165)

Burada sözü geçen ‘yeminler’den kasıt, ahid ve antlaşmalara giren yeminlerdir. Yoksa bir takım işleri yapmaya teşvik veya engellemek maksadıyla yapılan yeminler değildir. (S. HAVVÂ, 8/90)

(92).‘Siz ise bir topluluktan (sayıvemalca) daha çok olmasından dolayı, yeminlerinizi bozmayın.’ Onlar antlaşma yapar, ondan sonra antlaşma yaptıkları bu kimselerden daha çok ve güçlü kimseleri bulunca, bu sefer ilk antlaşmalıların antlaşmasını bozarlardı. İşte bu âyet-i kerîme, onlara bu davranışı yasaklamıştır. (S. HAVVÂ, 8/90)

Yâni bir topluluğun güç ve sayı olarak bir diğer topluluktan fazla oluşunu sebep gösterip sözünüzde durmamazlık yapmayın. Çıkar gözetilerek sayıca fazla olan tarafla berâber olmayı istemeyin. Âyet-i kerîmenin kapsamı içine bugün ‘devletin çıkarı’ diye adlandırılan bir menfaati elde etmek amacıyla sözleşmeyi bozmak da girer. Herhangi bir devlet başka bir devletle veya devletler grubuyla bir antlaşma yapar, sonra da ‘devletin çıkarı’nı elde etmek amacıyla daha güçlü bir devlet veya devletler grubuyla temâsa geçmek için antlaşmasını bozup, diğer tarafa geçerse, İslâm bunu da kabul etmez. Ve kesinlikle antlaşmaya bağlı kalınmasını, yeminlerin aldatma ve oyun vâsıtası hâline dönüştürülmemesini ister. Ayrıca İslâm iyi ve takvâ ilkesine dayanmayan herhangi bir antlaşmayı ve yardımlaşmayı kabul etmez. Günah, isyankârlık, insanların haklarının yenilmesi, devletlerin ve milletlerin sömürülmesi, ilkesi üzerinde antlaşmaya veya yardımlaşmaya izin vermez. (S. KUTUB, 6/565)

Hadis: ‘Ahdini bozan herkesin, kıyâmet günü onun arka tarafında ahdine olan hâinliği miktarınca bir sancak dikilir ve bufilânınahdinehâinliğidir’ denilir. (Buhâri Edeb 99, Müslim Cihad 11-16’dan Ö. ÇELİK, 3/88) 

(93).‘Eğer Allah isteseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Ama O istediğini’ sapıklığı ihtiyarı /tercihi ile seçtiğini bildiği kimseyi ‘saptırır.’ İstediğini’ hidâyeti seçeceğini bildiği kimseyi, ‘doğru yola iletir.’ (S. HAVVÂ8/91)

Yüce Allah, insanlara akıl ve muhâkeme vermek, peygamber ve kitap göndermek suretiyle doğru yolu gösterir. Aklını kullanan, peygamber ve kitabın rehberliğinden yararlanan insana hidâyet eder, îman ve İslâm’ı nasip eder. Aklını kullanmayan, peygamber ve kitabın rehberliğinden yararlanmayan, azgın ve kâfir liderlere, nefsine ve şeytana uyan, inkâr ve isyanda ısrar edenleri îmâna zorlamaz, bu kimseler sapıklıkta kalmayı hak ederler: (Ey Peygamberim!) De ki: ‘Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen îman etsin, dileyen inkâr etsin.’ (18/29) âyeti bunun açık delilidir. İnkârı veya îmânı isteyen insan(dır), yaratan ise Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 4/167)

(94).O hâlde ey inananlar! Antlaşma yaptığınız kimseler kâfir bile olsalar ’sakın yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı olarak kullanmayın! Aksi hâlde’ doğru yolda sapasağlam duran ayak’larınız ‘kayıverir de’ hâl ve hareketlerinizle insanları dinden soğutup ‘allah yolundan çevirdiğiniz için’ yaptığınız ‘kötülüğü’n acı meyvelerini daha bu dünyâda ‘tadarsınız ve’ ayrıca ‘âhirette de ağır bir cezaya çarptırılırsınız!’ (M. KISA, 1/296)

Âyette belirtildiği gibi, yeminleri hile ve aldatma vasıtası yapmak, hem vicdanları sarsar, inancın sağlam olmadığını gösterir, hem de başkalarına kötü örnek olduğundan İslâm’a gireceklere mânî olur. (..) (H. T. FEYİZLİ, 1/277)

Yeminlerini hîle ve aldatma sebebi yapan kimse, Allâh’a verdiği sözü tutmamış, kul hakkı üstlenmiş, yalan söylemiş, hîle yapmış ve günah işlemiş olur. Yüce Allah, müminlerin bu şekilde hareket etmelerini yasaklamaktadır. (İ. KARAGÖZ 4/168)

İnsanlar, diğer görevleri yanında ahde vefâ gösterip göstermedikleri yeminlerini tutup tutmadıkları husûsunda da yüce Allah tarafından mutlaka sorguya çekileceklerdir. Çünkü, ahdini ve yeminini bozmak birey açısından bir ahlâk ve karakter bozukluğunu ifâde ettiği gibi, toplumsal hayat bakımından da bir güvensizlik ve istikrarsızlık ortamı doğurmakta,  bu da hem mânevi hem de maddi bakımdan daha başka vahim sonuçlara yol açmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/437)

Târihte pekçok toplumlar ve hâlklarmüslümanların sözleşmelerine bağlılıklarını, verdikleri sözlerde duruşlarını, yeminlerindeki samimiyetlerini ve ilişkilerindeki dürüstlüklerini sürdürdükleri için İslâm’a girmişlerdir. Dolayısıyla onların sözleşmelere bağlılıklarından kaynaklanan geçici, yüzeysel kayıplara oranla elde edilen kazanç daha büyük olmuştur. (S. KUTUB, 6/567)         

‘Allâh’a verdiğiniz sözü bozarak az bir pahaya, küçük bir dünyâ menfaatine değişmeyin’ cümlesi, dinden çıkmak veya veya dünyalık karşılığında kişinin yemini ve verdiği sözü bozması ve ahde vefâ göstermemesidir. Yüce Allah, böyle davranılmasını ve Allah adına verilen sözün menfaat karşılığında satılmasını yasaklamaktadır. Âyette Allâh’a verilen sözü menfaat karşılığında değişenlere her hangibir tehdid bildirilmemektedir. Bu davranışı sergileyenlere Âl-i İmran sûresinin 77’nci âyetinde ‘elim bir azap’ olduğubildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/170)

16/96-100  SİZİN  YÂNİNIZDAKİ  MALLAR  TÜKENİR

96. (Ey insanlar!) Sizin yanınızdaki (dünyâlıklar) tükenir, Allâh’ın katındaki (nîmet)ler kalıcıdır. Sabredenlere mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeline göre vereceğiz. [krş. 4/40; 29/7; 39/35]

97. Erkek ve kadından kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, elbette onu (dünyâda) güzel bir hayatla yaşatırız. Ve (âhirette) onlara mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.

98. (Ey Peygamberim!) Kur’ân’ı oku(makiste)diğin zaman, o kovulmuş şeytandan Allâh’a sığın (“Eûzûbillâhimine’şşeytâni’rracîmde).

99. Gerçek şu ki inananlara ve Rablerine güvenip dayananlara şeytanın etki gücü (ve hâkimiyeti) yoktur. [krş. 15/39-40]

100. O (şeyta)nın etki gücü, ancak (Allahyerine) onu dost edinenlere ve onunla ‘Allâh’a ortak koşanlaradır.’

96-100. (96).‘Sizin yanınızdaki’ yâni dünyâ menfaatleri ‘tükenir’ biter ve kalmaz. Çünkü bu dünyâ, menfaatleriyle birlikte sayılı ve belli bir süre içindir; sayısı bellidir ve son bulur. ‘Allah katında olanlar ise’; O’nun rahmetinin hazîneleri ise ‘kalıcıdır.’ Aslâ bitmez, tükenmez. Yâni O’nun cennette size vereceği sevâbı kalıcıdır, kesintisizdir, dâimidir, değişmez ve zeval bulmaz. ‘Sabredenlere’ İslâm’ın zorluklarına katlananlara ‘mükâfatlarını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.’ Bu, şânı yüce Allâh’ın pekiştirici ifâdeler de kullanarak yapmış olduğu bir yemindir ki; O, sabredenlere amellerinin karşılığını en güzel şekilde  verecek ve amellerinin kötü olanlarını da bağışlayacaktır. (S. HAVVÂ, 8/92)    

(97).‘Erkek ve kadından kim mümin olarak sâlih amel işlerse, elbette onu (dünyâda) güzel bir hayatla yaşatırız.’  Sâlih amel, YüceAllâh’ınkitabına vebüyükönderpeygamberininsünnetineuygunolan her ameldir. Sâlih amellerin mükâfat görmesinin şartı, îman ile birlikte olmasına bağlıdır. Çünkü kâfirlerin ameli, hiç hükmündedir. (S. HAVVÂ, 8/92)

Burada yüce Allah, hakkıyla mümin olup işlerini güzel yapanların, yaptığını doğru yapanların; iyi, hayırlı ve faydalı işler yapmayı hayatlarının yasası hâline getirenlerin dünyâ hayatlarının da hoş olacağı, güzel ve mutlu kılınacağı müjdesini vermekte(dir). Bu hususta son derece kesin ifâdelerle vaadde bulunmaktadır. Kur’an Allâh’ın aslâ sözünden dönmeyeceğini bildirir (Bakara 2/280), her mümin de buna böyle inanır (Âli İmran 3/194). Buna göre eğer Müslümanların dünyâ hayatları Allâh’ın müjdelediği şekilde değilse bunun sebebini yanlış yerlerde aramamalıyız; dönüp kendimize bakmalı; yaptığımız işlerin ve kalplerimizin sâlih olup olmadığını kontrol etmeliyiz. (KUR’AN YOLU, 3/438, 439)

‘.. iyi hayat’ ilemaksat, günah ve haramlardan uzak, kötü alışkanlıkların bulunmadığı, ibâdet ve itaat ile geçirilen, kanaatkârlığın hâkim olduğu ve gönül huzuru ile geçen hayattır. Böyle bir hayâtın varlığı için iki şart zikredilmiştir: îman ve sâlih amel. Îman edip sâlih ameller işleyen müttaki müminlerin yaşadığı toplumda huzur, güven ve saygı olur; terör, hırsızlık, yalan, sahtekârlık, fitne, fesat, dargınlık, kin, haset, bölücülük ve zulüm olmaz. (İ. KARAGÖZ 4/172)

‘ve (âhirette) onlara mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.’ Âhirette ise onları Allah Teâlâ, yaptıkları amellerinin güzellerini esas olarak mükâfatlandıracaktır. Bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazlasını ikram edecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, ‘Rabbinin huzûruna çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır.’ (Rahman, 55/46) âyetiyle, bir mânâda hem müminin dünyâda tadacağı mânevi cennet huzûruna, hem de âhirette varacağı cennete işâret buyurmuştur. (Ö. ÇELİK, 3/91)

(98).‘Kur’ân okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allâh’a sığın.’ Bu Yüce Allâh’ın Kur’ân okumak istedikleri zaman taşlanmış olan şeytandan Allâh’a sığınmaları için kullarına verdiği bir emirdir. Bu emir vâcip değil, menduptur. Bu konuda icmâın / oybirliğinin bulunduğunu İbn-i Cerir ve diğer ileri gelen ilim adamları zikretmişlerdir. (S. HAVVÂ, 8/97)

Çoğunluğa göre bu âyet, vücup değil, nedb bildirir. Bu yüzden Kur’ân okumaya başlarken ‘Euzü..’ okumak sünnettir. Hanefi ve Şafiilere göre namazda yalnız ilk rekâtta, fatihadan önce ’Euzü besmele’  sünnet, diğer rekâtların başında ise, yalnız besmele sünnettir. (H. DÖNDÜREN, 1/448)

Yalnız Allâh’a yönelenler, kalplerini sâdece Allâh’a ayıranlar. İşte şeytan bunların üzerinde egemenlik kuramaz. Ne kadar vesvese verirse versin, zîrâ onların Allâh’a bağlanmaları, kendilerini şeytanla berâber yürümekten, onun peşine takılmaktan korur. Münimler bâzen yanılabilirler. Fakat onlar şeytana teslim olmazlar. Kendilerine musallat olmuş şeytanı kovarlar. Ve kısa bir zaman sonra Rabblerine doğru koşarlar. (S. KUTUB, 6/570) 

(100).‘Şeytanın sâdece onu dost edinenler ve Allâh’a ortak koşanlar üzerinde nüfûzu, etkisi vardır.’ Bunlar, şeytanı kendilerine dost edinenler, ihtiraslarıyla, şehevi arzu ve istekleriyle ona teslim olanlardır. Bâzıları şeytanı Allâh’a ortak da koşabilirler. Bâzı toplumların şeytana taptıkları ve kötülük ilâhına ibâdet ettikleri bilinmektedir. Onların şeytana bağlılıkları dostluk ve bağlılıkla gerçekleşen şirkin türlerinden biridir. (S. KUTUB, 6/570)

Mümin olduğu hâlde ihlâsa eremeyen ve Kur’an hükümlerini hayâta geçiremeyenler de şeytanın etkisi altına girerler ve günah bataklığına dalarlar. Şeytanlar, insanları etkisi altına alabilmek için sürekli onları küfre, şirke, nifaka, isyan ve günaha teşvik ederler. Şeytanın bu telkinine kulak verenler, onu kendisine arkadaş ve dost edinmiş olurlar. (İ. KARAGÖZ 4/175, 176)

16/101-110  KALPLERİ, KULAKLARI  VE  GÖZLERİ  MÜHÜRLENENLER

101. Biz, bir âyetin yerini (hükmünü) başka bir âyetle değiştirdiğimiz zaman Allah neyi indireceğini çok iyi bilirken müşrikler (Peygamber’e): “(Bunları) uyduran ancak sensin.” dediler. Hayır! (Öyledeğil), onların çoğu (gerçeği) bilmezler. [bk. 2/106]

102. (Ey Peygamberim!) De ki: “Onu (Kur’ân’ı,) Rûhu’l-Kuds (Cebrâil), inananları (îmanlarında) sağlamlaştırmak, müslümanlara doğru yolu göstermek ve onlara müjde vermek üzere hak olarak Rabbinin katından indirdi.”

103. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki biz, müşriklerin (peygamberhakkında): “Ona mutlaka (yabancı) bir insan öğretiyor.” dediklerini biliyoruz. Hâlbuki sapıp kendisine yöneldikleri o (hıristîyan) kimsenin dili yabancıdır. Bu (Kur’ân) ise apaçık Arapça bir dildir.

104. Allâh’ın âyetlerine inanmayanları; Allah asla doğru yola iletmez, üstelik onlara acıklı bir azap vardır.

105. Yalanı ancak Allâh’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte asıl yalancılar onlardır.

106. Kalbi îmanla huzur bulmuşken, (dindendönmeye) zorlananın dışında, kim îmanından sonra Allâh’ı inkâr eder veya gönlünü kâfirliğe açarsa, Allah’tan onların üzerine (büyük) bir gazap vardır; en büyük azap da onlar içindir.

107. Bu da gerçekte onların, âhirete karşı dünyâ hayâtını tercih edip sevmeleri yüzündendir. Gerçekten Allah, kâfirler toplumunu doğru yola eriştirmez.

108. İşte o (kâfir)ler, Allâh’ın (busebeple) kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Onlar gâfil olanlardır.

109. Hiç şüphesiz kâfirler, âhirette ziyâna uğrayan kimselerdir.

110. (Ey Peygamberim!) Sonra (bilki) Rabbin, (dinlerindendönmeleriiçin) fitneye / eziyete uğratıldıktan sonra (yurtlarından) göç eden, sonra (daAllahyolunda) savaşan ve dayanıp / direnip sabredenlerden yanadır. O(nlardanbâzılarınıdiliyledinlerindendöndürenfitne)den sonra (îmanlarınıtâzeleyipbufiilleriyapanlara), Rabbin elbette çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

101-110. (101).‘Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman…’ Bir âyetin yerine diğer bir âyetin getirilmesi nesihtir. Önceki âyet mensuh / neshedilmiş, sonraki âyet ise nasih / neshedendir. Kâfirler nesih meselesini Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkında bir şüphe gibi ileri sürmek istemişlerdi. (ELMALILI, 5/258, 259)

Burada değiştirildiğinden söz edilen âyet Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri olarak düşünülüp bunun nesih olduğu söylenebilir, ama henüz Mekke döneminde olduğumuz için nesih olması uzak ihtimâldir. O hâlde değiştirilip yenisi getirilen âyet önceki peygamberlere verile kitaplar ya da mûcizeler olmalıdır. (F. BEŞER 1/585)

‘sen peygamber değil, bir iftirâcısın dediler.’ Kâfirler, (İ. H. BURSEVİ, 10/518) ‘bu Kur’ân’ı kendin uyduruyorsun da Allâh’a iftira ediyorsun. Bu Allah sözü olsaydı değiştirilir miydi?’ demeğe kalkıştılar. Rivâyete göre Kureyş kâfirleri ‘Muhammed, ashâbı ile eğleniyor, bugün bir şey emrediyor, yarın da onu yasaklıyor. Mutlaka onları kendiliğinden uyduruyor da Allâh’a iftira ediyor.’ (ELMALILI, 5/259)

(102).‘Sen de ki, (EyMuhammed) Onu Rûhu’l Kudüs Rabbinden hak olarak indirdi.’  Rûhu’l Kudüs: Kudsiyyet ruhu, yâni hiçbir leke ile lekelenmek ihtimali olmayan temizlik ruhu, bir güvene lâyık,  mukaddes, tertemiz ruh demektir ki, Cebrâil’dir. Nitekim’Onu Rûh-i Emin indirdi.’ (Şuarâ, 26/193) âyetindeki Ruh-i Emin de O’dur. (ELMALILI, 5/259)

(103).‘Şüphesiz biz onların: ‘Kur’ân’ı ona ancak bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz.’ Âyetten anlaşıldığına göre, bu şahsın Arap olmadığı bildirilmiştir. Kur’ân gibi bir edebiyat şaheserinin, bir yabancı tarafından dikte edilmesinin imkânsızlığı ifâde edilmekte, bu iddiânın saçmalığı ortaya konmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/442)

(104).Bir insanın îman edebilmesi için, gönlünü İslâm’a açması, aklını ve irâdesini îman istikâmetinde kullanması gerekir. Îman etmek isteyen kimseye Allah îmânı nasip eder. Hz. Muhammed (s)’i hak peygamber, Kur’ân’ı hak kitap ve İslâm’ı hak din olarak kabul etmemekte ısrar eden kimseye yüce Allah, hidâyet etmez, onu doğru yola iletmez. (İ. KARAGÖZ 4/179)

(106).‘Kalbi îmanla huzur bulmuşken, (dindendönmeye) zorlananın dışında, kim îmanından sonra Allâh’ı inkâr eder veya (emirlerinikabuletmeyip) gönlünü kâfirliğe açarsa, Allah’tan onların üzerine (büyük) bir gazap vardır; en büyük azap da onlar içindir.’ Kureyş müşrikleri, İslâm’dan dönmeyen Hz. Ammar’ın annesi Sümeyye’yi (r) iki deve arasına bağlayarak babası Yâsir’i (r) de işkence yaparak şehit etmişlerdi. Hz. Ammar’ı da kuyuya atmışlardı ki, tam boğulacağı sırada Ammar (r) onların telkinlerine rızâ gösterip hayatını kurtarmıştı. Bundan dolayı onun hakkında mürted diyerek Rasûlullâh’a haber verdiler.  Rasûlullah (s) onun gözlerinin yaşını sildi ve ‘kalbin nasıl?’ dedi. Ammar (r) da, ‘îmanla dopdolu’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah ’Onlar eziyet ederlerse, kalbin onlara meyletmedikçe yine aynı şeyi söyle ve kurtul’ buyurdu ve gelen bu âyeti okudu. (H. T. FEYİZLİ, 1/278)

İkrah: Bir fıkıh terimi olarak, tehdit ermek sûretiyle hukûken yapmakla mükellef olmadığı bir işi, istemediği hâlde yapmaya zorlamak demektir. İkrahtan söz edebilmek için, tehdit edenin tehdidi yerine getirebilecek güçte olması, zorlanan kişinin de korkuya düşmesi ve bu korku ile fiili işlemesi gerekir. (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/268)  

Bir müminin küfür sözü söylemesinin câiz olabilmesi için (a) gönlünü küfre açmaması, (b) kalbi îmanla mutmain olması, (c) öldürmek, bir organını kesmek ve işkence etmek gibi bir tehdîdin olması, (ç) bu kimsenin tehdit ettiği şeyi yapabilecek güç ve imkâna sâhip olması gerekir. (İ. KARAGÖZ 4/181)  

Demek ki, böyle zorlama hâlinde yalnız dil ile küfür sözünü söylemek câizdir.  Fakat bubir ruhsattır. Veâyettenanlaşıldığıüzere, ‘kalbi îman ile dopdolu olmak’ şartıyla bir ruhsattır. Fakat hakkı açıklamak ve dini yüceltmek için, ölümü göze alıp ta (küfrü ikrardan) sakınmak azimettir. Ve bu hususta azimet ile amel etmek daha faziletlidir. (ELMALILI, 5/264)

(108).‘Dünyâ hayâtını âhirete tercih eden kâfirler, Allâh’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir.’ ‘Allah (..) mühürler’ cümlesi, akıllarını ve yeteneklerini gerçeği anlamakta kullanmayan, nefislerinin ve şeytanın esiri olan kâfirlerin, hakkı düşünüp bulmaya, doğruyu dinleyip işitmeye, gerçekleri ve Allah kelâmını dinlemeye yetenekleri kalmamış anlamındadır. (..) Gerçekleri anlamadıkları, görmedikleri ve duymadıkları için îmâna yönelmeyen ve inkârı tercih eden kimselere Allah hidâyet etmez. Allâh’ın hidâyet etmediği kimseler, gönlünü küfre açan ve irtidat eden kimselerdir. Dolayısıyla ‘Allâh’ın bir kimsenin kalbini, gözlerini ve kulaklarını mühürlemesi’, Allâh’ın bu kimseye hidâyet etmemesi anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 4/183) 

(110).‘Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır.’ Müfessirlerin çoğunluğu, buradaki göçten, Hz. Peygamberin Medîne’ye hicretinin kastedildiğini ileri sürmüşlerse de, bu sûre Mekke’de indiğine göre, 41. Âyette olduğu gibi, burada da Habeşistan’a göç edenlerden bahsedildiğini kabul etmek gerekir. (KUR’AN YOLU, 3/444)

Böylece bu iki (110 ve 111. Âyetler) ikrah altında küfrü gerektirecek sözler söylenmesi hâlinde kalbin onları kabul etmediğinin alâmetini, şartlar elverişli olduğu takdirde hicret ve cihad etmekolarak açıklamış bulunuyor. (S. HAVVÂ, 8/103)   

16/111-113  KIYÂMET  GÜNÜ  ASL  ZULMEDİLMEZ

111. O gün (kıyâmette) herkes gelip kendisini savunur ve herkese yaptığı(nınkarşılığı) tam olarak verilir; onlara aslâ haksızlık yapılmaz. [krş. 80/34-42]

112. Allah, şöyle bir memleketi misâl verdi: O (ülkehalkı) güven ve huzur içinde idi. Rızkı da her yerden bol bol kendisine geliyordu. Fakat o (halk) Allâh’ın nîmetlerine nankörlük etti, Allah da yaptıkları (âsîlik) yüzünden onlara açlık ve korku elbisesini (giydiripazâbı) tattırdı.

113. Andolsun ki onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar zulmedip dururlarken azap da (Bedirhezîmetiile) onları yakalayıverdi. [krş. 14/28-29; 28/58-59]

111-113. (111).‘O gün (kıyâmette) herkes gelip kendisini savunur ve herkese yaptığı(nınkarşılığı) tam olarak verilir; onlara aslâ haksızlık yapılmaz.’ İnsanlar, dünyâda iyi veya kötü, hayır veya şer, sevap veya günahbütün yaptıklarından âhirette sorgulanır. (7/6). Her insan kendisini savunmaya çalışır. Ancak annesi, babası, oğlu, kızı ve diğer yakınları dâhil, Allah izin vermeden kimse kimseye yardımcı olamaz. Kâfirlerin hiçbir dostu, yardımcısı ve şefaatçisi olmaz. (40/18). Kâfirler birbirlerinin hâlini sormaz (7/10). ‘Kâfirlerin âhirette bir dostu da, sözü dinlenir bir şefaatçisi de yoktur.’ (40/18). ‘O gün dostlarbirbirlerinin düşmanıdır. Ancak müttakiler birbirinin dostudur.’ (43/67). (..) Âhirette kimse yaptığını gizleyemez, inkâr edemez, bütün yaptıklarını amel defterinde hazır bulur. (18/49, 101/7-8). O gün insana, dünyâda yaptıkları ve yapması gerektiği hâlde yapmadıkları haber verilir, (75/14), bütün sırlar ortaya çıkar. (86/9; İ. KARAGÖZ 4/185) 

(112).‘Allah şöyle bir memleketi misâl verdi: O (ülkehalkı) güven ve huzur içindeydi. Rızkı da her yerden bol bol kendisine geliyordu.’ Bahsedilen ülkenin (Ankebut, 29/67) âyeti gereğince emin ve güvenli bir belde kılınan İbrâhim (a.s.)‘ın (İbrâhim, 14/37, Bakara, 2/126) duâları bereketiyle rızkı her taraftan gelen Mekke olduğu belirtilmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/98)

Bu durum, Mekke’deki duruma çok benzemektedir. Yüce Allah Kâbe’yi orada inşâ ettirmiş ve orayı dokunulmazlık verilen bir yurt kılmıştır. Oraya giren herkes güven ve huzur içindedir. Kâtil dahi olsa, kimse ona el uzatamaz. Allâh’ın kutsal evi yanında kimse kimseye eziyet edemez, kimse kimseyi aşağılayamazdı. İnsanlar Mekke’nin etrafında birbirlerini yerken, Mekkeliler O’nun himâyesi, koruması altında güven ve huzur içinde yaşıyorlardı. Aynı şekilde rızıkları da hacılar ve kâfileleri tarafından rahat ve güven içinde ayaklarına kadar geliyordu. Hâlbuki onlar çorak bir arâzide, kurak bir vâdide bulunuyorlardı. Buna rağmen her çeşit meyve ve ürünler toplanıp kendilerine geliyordu. Hz. İbrâhim’in duâsından bu yana güven ve bolluğun tadını çıkarıyorlardı. (S. KUTUB, 6/579) 

(113).‘Andolsun ki onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar zulmedip dururlarken azap da onları yakalayıverdi.’ (..) Onlara isâbet eden açlık ise, Peygamber (s)’in Hz. Yûsuf dönemindeki yedi kıtlık yılına benzer, kıtlıkla karşı karşıya bırakılmaları için Allâh’a duâ ettiği vakit başgöstermiştir. Onlara tattırılan korku ise, Rasûlullah (s)’ın seriyye ve orduları dolayısıyla uğradıkları korku; tepelerine inen azap ise, Bedir günü onlara isâbet eden azaptır. (S. HAVVÂ, 8/104)

Mekkelilerin inkâr, azgınlık ve zulümleri sebebiyle şehirde huzur bozuldu; güvenleri korkuya, rahatlıkları sıkıntıya, sükûnetleri ıstıraba dönüştü. Yüce Allah, Mekkelileri yedi sene süren kıtlık ve yoklukla müptelâ etti. (44/10-15). Açlıktan leş yediler. ‘Allah onlara açlık ve korku elbisesi tattırdı’ cümlesi, mecâzi anlamda Allah, Mekkeli müşriklere bütünü ile korku hâkim kıldı, onları yokluk ve kıtlığa mahkûm etti, demektir. Bu sıkıntılarının sebebi inkâr, şirk ve zulümdü. (İ. KARAGÖZ 4/187)

16/114-119  HELÂL  VE  TEMİZ  RIZIKTAN  YEYİN

114. (Ey müminler!) Artık Allâh’ın size helâl ve temiz olarak verdiği şeylerden yiyin (ve için). Eğer O’na kulluk ediyorsanız, Allâh’ın nîmetine şükredin.

115. (Ey îman edenler! Allah) size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası için kesilen (hayvanlar)ı haram kıldı. Ancak kim de çâresiz kalırsa, istismar ve azgınlık etmeden, (ihtiyaçolan) sınırı aşmaksızın (yiyebilir.) Çünkü Allah hakkıyla bağışlayan, merhamet edendir. [krş. 2/173; 6/145]

116. (Ey insanlar!) Dillerinizin (birçokşeyi) yalan yanlış nitelendirmesiyle (kendikafanızagöre): “Bu helâldir, bu haramdır.” demeyin. Allâh’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allâh’a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz iflah olmazlar.

117. (Kâfirlerin dünyâda sâhip oldukları nîmetler) az bir faydalanmadır. Onlar için (âhirette) acıklı bir azap vardır.

118. (Ey Peygamberim!) Sana anlattığımız şeyleri daha önce yahûdilere de haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. [bk. 4/160; 6/146]

119. (Ey Peygamberim!) Sonra (bilki) Rabbin, bilmeyerek kötü ve günah ameller işleyip de sonra tevbe eden ve bunun ardından (kendisini) düzelten kimseler için (bağışlayıcıdır). Şüphesiz Rabbin, bundan sonra elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

114-119. (114).‘Allâh’ın size helâl, iyi ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin’ ‘Yiyin’ emrine ‘içmek’ de dâhildir. Bu itibarla içilenlerin de helâl, iyi ve temiz olması gerekir. Zehirli, zararlı ve alkollü içecekler haramdır. (..) ‘Yiyin’ emri, hem çalışmayı ve kazanmayı, hem (de) yemeyi ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/187, 188).

(115).‘O size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve bir de Allah’tan başkası için kesilmiş olanı haram kıldı.  ‘innema’ : ‘ancak’ : Dilde hasr, yâni sâdece bu edattan sonra sayılıp dökülenlerin bu hükme dâhil olduğunu ifâde eder. İşte biz bu hasr’dan şunu anlamaktayız: Âyet-i kerîmeye göre haram kılınanlar işte bunlardır. Yoksa onların kendi hevâlarına uygun olarak haram kıldıkları bahîre, sâibe ve diğerleri değildir. (S. HAVVÂ, 8/105, 106)

‘Meyte / Ölü’ usulüne uyhun olarak kesilmeden öldürülmüş (5/3), veya kendiliğinden ölmüş hayvanların etleri, ‘kan’ ile maksat, akan kandır (6/145). Etin içerisinde, dalakta ve ciğerdeki kanlar haram değildir. (İbn Mâce). (..) Zarûret hâlinde haram gıdâlar yenebilir:  Âyetin ‘.. fakat istismar ve azgınlık etmeden, zaruret ölçüsünü aşmadan ve aşırılığa kaçmadankim bunlardan yemek zorunda kalırsa (yiyebilir)’ cümlesi, bu husûsu açıkça ifâde etmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/189)

(116).‘…. Bu helâldir, bu haramdır, demeyin. Allâh’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.’ Şer’i herhangi bir dayanağı bulunmayan bir bid’at ortaya çıkartan yâhut Allâh’ın haram kıldığı herhangi bir şeyden birisini helâl kılan veya Allâh’ın mubah kıldığı bir şeyi yalnızca kendi görüşünden hareketle haram kılan herkes bunun hükmüne girmektedir. (S. HAVVÂ, 8/106)

Helâl ve haramı belirleyen Allah ve Peygamberidir. Bu husus, Kur’an’da birçok âyette ve hadiste açık seçik bildirilmektedir. (7/157, 9/29; Müsned, Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce; İ. KARAGÖZ 4/190)

Dînî hükümleri bilmeden veya kendi hevâmız ya da mevki ve şöhret için verilen fetvâlar veya İslâm’a aykırı verilen hükümler de Hz. Peygamber’in ifâdesi ile, “Hem sapar, hem de saptırırlar” nitelemesine sebeb olur. Yine Hz. Peygamber buyurur ki: “Muhakkak benden sonra gece karanlığı gibi fitneler ümmeti kaplayacak. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Topluluklar dinlerini geçici bir dünyâ menfaati karşılığında satarlar.”) (H. T. FEYİZLİ, 1/279)

(117).‘(Kâfirlerin dünyâda sâhip oldukları nîmetler) az bir faydalanmadır. Onlar için (âhirette) acıklı bir azap vardır.’ Bu buyruk şuna delâlet etmektedir: Hevâya dayanarak haram ve helâl kılmak küfürdür. (S. HAVVÂ, 8/106)

(118).‘Şu anlattığımız şeyleri daha önce Yahûdilere de haram kılmıştık.’ Yahûdilere haram kılındığı bildirilen şeyler, En’am sûresinin 146. Âyetinde şöyle sıralanmaktadır: Bütün tırnaklı hayvanlar, sığır ve koyunun iç yağları (sırt ve bağırsaklarda taşıdıkları ve kemiğe karışan yağlar hâriç) (KUR’AN YOLU, 3/449)

‘Fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.’ ‘Zulüm’ ilâhi irâdeye aykırı inanç, söz, eylem ve davranışlardır. İnkâr ve isyan eden veya insanlara kötülük yapan kimseler, kendilerine zulmetmiş olurlar. Çünkü bunun cezâsını, dünyâda ve âhirette kendileri çekerler. Bâzı hayvanların etleri ve iç yağlarının haram kılınması, Yahûdilerin azgınlıklarının cezâsıdır. Yahûdiler, azgınlıkları ile kendilerine zarar vermişlerdir. (İ. KARAGÖZ 4/192)

(119).‘Sonra (bilki) Rabbin, bilmeyerek kötülük işleyip te…’ ‘Cahillikle’ ifâdesi, ‘yapılan kötülük veya günah olduğunu bilmeden’ mânâsında / anlamında olmayıp, bildiği hâlde irâdesine hâkim olmamak, bilgisini uygulamamak, nefsine uyup kötülük yapmak yüzünden‘ anlamında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyette cahillik,  kavramının kullanılması, bir başka açıdan, bütün kötülüklerin temelinde bilgisizlik bulunduğuna işâret eder. (KUR’AN YOLU, 3/449)   

16/120-123 İBRÂHİM  DÎNİ

120, 121. Gerçekten İbrâhim; Allâh’a gönülden itaat eden, O’nu birleyen (veO’nayönelen) iyilik ve hayır önderi idi. O, müşriklerden de değildi. [krş. 2/135; 11/75] 121. O’nun nîmetlerine şükrediciydi. (Allah) onu (peygamber) seçti ve doğru yola iletti.

122. Biz ona, dünyâda bir güzellik verdik. Elbette o, âhirette de iyilerdendir.

123. (EyMuhammed!) Sonra sana: “(Allâh’ı) birleyerek (veO’nayönelerek) İbrâhim’in dînine uy; o hiç müşriklerden olmadı.” diye vahyettik.

120-123. (120).‘Hiç şüphesiz İbrâhim, başlı başına bir iyilik ve hayır öderi idi.’ Bu âyette Hz. İbrâhim’in dört önemli özelliği daha zikredilmektedir. Bunlardan birincisi (a) ‘ümmet / önder’dir. Başka insanlara önderlik (ümmet – imam) yapabilecek özelliklere sâhip olması, (..) ikincisi (b) ‘kânit’:  Allâh’a kulluk eden, Allâh’ın emirlerine titizlikle uyan kimse, demektir. Üçüncüsü, (c) Allâh’a ihlâslı bir kul,  şirk, sapıklık ve bâtıldan uzak durup, tevhid dînine sımsıkı sarılan, demektir. (d) Dördüncüsü, ‘O’nun nîmetlerine şükrediciydi.’ (Ö. ÇELİK, 3/102, 103)

(122).‘Biz ona dünyâda bir güzellik verdik.’ Yâni güzel hayâtını tamamlaması için gerek duyacağı peygamberlik, mal, evlât, güzel şekilde anılma, tevhid ehlinin dilleri üzerinde ebedileşme, bütün insanların kalplerinin ona meyletmesi gibi, bu dünyâda gerek duyacağı bütün hayırları ona verdik. (S. HAVVÂ, 8/110)

(123).‘(EyMuhammed!) Sonra sana: “(Allâh’ı) birleyerek (veO’nayönelerek) İbrâhim’in dînine uy; o hiç müşriklerden olmadı.” diye vahyettik.’    ‘İbrâhim’in dîni’:  Millet, Allâh’ın, peygamberlerin diliyle kulları için koyduğu ilâhi buyruklardır. İbrâhim (a.s.)’ın milleti ile kastedilen, İslâm’dır ki, sırat-ı müstakim diye ifâde edilir. (İ. H. BURSEVİ, 10/554)

16/124  CUMARTESİ  TÂTİLİ

124. Cumartesi (günü çalışma yasağı), ancak hakkında ayrılığa düşen (yahûdi)lere (zorunlu) kılındı. Şüphesiz Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü aralarında elbette hükmedecektir.

124-124. Cumartesiye saygı göstermek bizim İslâm’ımızın bir parçası değildir, şeriatımızda böyle bir şey yoktur, Allâh’ın ümmetimize verdiği emirler arasında ona saygı göstermek diye bir emir yoktur. (S. HAVVÂ, 8/111)

Bir kısım azgınlık ve taşkınlıkları sebebiyle Yahûdilere, özel bir cezâ olarak cumartesi günü çalışmamak ve sâdece ibadetle meşgul olmak, farz kılınmıştı. Bu yasağın Hz. İbrâhim ve onun dîniyle bir ilgisi yoktu. Yahûdilerin anlaşmazlığı cumartesinin tatil günü olmasında değil. O günde de avlanıp avlanmama konusunda olmuştur. (Araf, 7/163; Ö. ÇELİK, 3/104)

Sebt / Şabat: Cumartesi demektir. Yahûdiler, ‘Allâh kâinâtı altı günde yarattı, yedinci gün olan Cumartesi günü istirahat etti’ derler ve o günü kutsal sayarak, o gün hiçbir iş yapmazlar. Bu altı günde yaratma gerçeği Kur’an’da da vardır. (F. BEŞER 1/591) Kur’an’daki altı gün ifâdesi ‘altı aşama’ anlamındadır.            

16/125  HİKMET  VE  GÜZEL  ÖĞÜTLE  ÇAĞIR

125. (Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna / dînine hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel (şekl)iyle (kırmadan, kızdırmadan) mücadele et. Şüphesiz Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir. [bk. 17/53; 20/44]

125-125. ‘Rabbinin yoluna hikmetle çağır.’ Sağlam ve doğru sözlerle çağır. Buradaki hikmet ise, hakkı açıklayıcı, şüpheyi giderici delil yâhut ta her insanın durumuna uygun düşen hitap demektir. (..) ‘ve güzel öğütle çağır.’ İbn-i Kesir der ki: Güzel öğütten maksat Kur’ân-ı Kerim’de bulunan kötülükten sakındırıcı ve insanların başına gelen hususları hatırlatarak öğüt ver, Allâh’ın azâbından sakınmaları için onlara hatırlatmada bulun. (..) Hikmet ve güzel öğütten maksat Kur’ân-ı Kerîm de olabilir. Yâni onları hikmet ve güzel öğütten ibâret olan kitap ile dâvet et! Güzel öğütten maksat, uyarma ve müjdeyi birlikte yapmak ta olabilir. (S. HAVVÂ, 8/112)

‘Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.’ Tartışma ve mücadele en güzel şekliyle olsun. Yumuşak, sert olmayan, güzel hitapla olsun. (S. HAVVÂ, 8/112) 

Hikmet ile dâvet etmek: Muhâtapların durumlarını ve şartlarını gözönünde bulundurmayı, her defâsında ne kadar anlatılmasının uygun geleceğine dikkat etmeyi, insanların bünyeleri hazırlanmadan, onlara yükümlülükler yağdırmamayı, onlara nasıl hitap edileceğini, iyi seçmeyi, şartlara ve durumlara göre bu hitap yöntemlerini ve yollarını çoğaltmayı gerektirir. Acelecilik, duygusallık ve tepkisellikle işi zora koşup, bu konuların hepsinde ve diğer konularda hikmetin sınırlarını aşmamayı gerektirir. (S. KUTUB, 6/585)

Güzel öğütle dâvet etmek: Yumuşak şekilde kalplere girmeye, tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gerektirir. Gereksizce azarlama ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi niyetten kaynaklanmış olabilecek hatâları yüze vurmamayı, deşifre etmemeyi zorunlu kılar. Zîrâ öğüt vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı kalpleri bile doğru yola iletir, birbirinden nefret eden gönülleri kaynaştırır. Neticede azarlama, çıkışma ve rencide etmekten daha iyi sonuçlar doğurur. (S. KUTUB, 6/585)

Güzel bir şekilde tartışma: Muhâtabın üzerine yüklenmek yok. Onu horlamak yok. Çirkin görmek yok. Böylece muhâtap, davetçinin amacının tartışmada üstün gelmek olmadığına kesin kanâat getirmeli ve bunu hissettirmelidir. Tek amacının gerçeğe ılaşmak olduğunu anlamalıdır. İnsanların nefislerinin kendine özgü bir gururu ve inadı vardır. Yumuşaklıkla yanaşılmadıkça, savunduğu düşüncesinden vazgeçmez ki, yenildiğini hissetmesin. Tartışmada savunulan görüşün değeri,  ile kişinin kendi onurunun değeri çabucak birbirine karışır. Bu sefer görüşünden vazgeçmeyi onurundan, saygınlığından ve değerinden ödün vermek şeklinde değerlendirir. En güzel biçimde tartışmak ise, bu hassas gurur duygusunu garanti altına alır.(..) (S. KUTUB, 6/585)

‘Güzel Öğüt’: Bu yöntemde dâvet, iyi ve güzel öğüt vererek, iknâ gücüne dayalı deliller ile muhâtabın kalbini yumuşatacak, hoşuna gidecek, iyi ve tatlı söz söyleyerek (anlatılır).  Özellikle dîne muhâlif olanları, sağlam ve anlaşılır cümlelerle, zihni aydınlatıcı, iknâ edici ve düşündürücü bilgiler ve delillerle, temsil ve teşbihler getirerek, kolaylaştırıcı, secdirici ve gönüllere etki edici birüslupile ibretli şeyler, iknâ edici hikâyeler anlatılarak, gönüllere ve duygulara hitap edilerek yapılır.  (İ. KARAGÖZ4/198)

Dil ile dâvet ve delillerle tartışma dâiresi dışına çıkılmadığı sürece, dâvetin metodu ve ilkeleri bunlardır. Ama dâvet edenlere saldırı yapıldığında durum değişir. Saldırı, sıcak bir savaşı ifâde eder. Hakkın onurunu korumak, bâtılın üstünlüğünü bertaraf etmek için aynısı ile karşılık vermek gerekir. Burada da karşı saldırıya geçerken sınırlar aşılmamalı, aşırılıklara ve ölünün organlarını kesmeye varmamalıdır. (S. KUTUB, 6/586)    

16/126-128  SABIR  DAHA  HAYIRLIDIR

126. (Eymü’minler!) Eğer (birini) cezâlandıracaksanız, size yapılan ezânın misli ile cezâlandırın. Şâyet sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha iyidir. [bk. 42/40-43]

127. (Ey Peygamberim!) Sabret! Senin sabrın ancak, Allâh’ın yardımı iledir. (Îman etmiyorlar diye) kâfirlere üzülme. Onların kurdukları tuzaklar sebebiyle kalbin daralmasın. (Allah sana yardım edecektir.)

128. Çünkü Allah, saygıyla emirlerine ve yasaklarına uygun yaşayan / günahlardan sakınan ve iyilik yapanlarla berâberdir.

126-128.  (126).‘(Eymü’minler!) Eğer (birini) cezâlandıracaksanız, size yapılan ezânın misli ile cezâlandırın. Şâyet sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha iyidir.’ Size öldürmek yâhut buna benzer kötü bir iş yapılacak olursa, ona misliyle karşılık veriniz, fazlasını yapmayınız. Karşılık vermeyerek sabredecek olursanız, bu sizin için daha hayırlıdır. (S. HAVVÂ, 8/112)

Adâlet, İslâm’ın asli ilkesidir ve insan bu ilkeyi ancak özveri yönünde aşabilir. (90. Âyet) Buna karşılık karşı taraf putperest, inkârcı, başka dinden bile olsa, ona, onun kendisine verdiği zarardan fazla bir zarar veremez. (KUR’AN YOLU, 3/454)

Uhudsavaşında Hz. Hamzaşehidedilmiş, burnu, kulakları kesilmiş, ciğeri çıkarılmış durumdaydı. Bunu gören Allah Rasûlü ‘Eğer Allah bana zafer verirse, senin yerine 70 kişiyi böyle yapacağım diye yemin etmişti. İbn-i Abbas’a göre 125-127 âyetler bu olay üzerine inmiştir. Düşman bile olsa, müsle (organ keserek işkence) yasaklanmıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/450)

Yüce Allah, kısasta adâleti ve hakkı da misliyle almayı emretmektedir. İbn-i Sirin, Yüce Allâh’ın ‘Cezâ verecek olsanız, size verilen cezânın misliyle cezâ verin’ buyruğu hakkında şöyle demiştir: Her hangi bir kimse, sizden bir şey alacak olursa, siz de onun mislini ondan alınız. (S. HAVVÂ, 8/125, 126)

Bir kimse başkasına ‘Ey habis (pis) derse, o da ona aynı kelime ile karşılık verebilir. Çünkü bu zulme uğradıktan sonra, mazlûmun hak elde etme durumlarından biridir. Bu yüzden o kimsenin karşılık vermesi şer’an câizdir. Allah Teâla buyuruyor ki: ‘Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şey yoktur.’ (Şûrâ, 42/41) Affetmek, daha fazîletlidir. (İ. H. BURSEVİ, 10/570)  

Bir insanın cezâlandırılabilmesi için, bir suç işlemesi, yargılanması ve suç işlediğinin tespit edilmesi gerekir. Bir söz, eylem ve davranışınsuç olabilmesi için de suçun hatâ ile değil, kasden işlenmesi gerekir. Kur’an’da bunun birçok örneği vardır. (bk. 2/178, 179; 5/33, 24/1; İ. KARAGÖZ 4/200)

Saldırı karşısında nefsi müdâfaa meşrûdur: İnsan canına, ırzına ve malına karşı fiili bir saldırı olduğu zaman karşılık vermek, kendini savunmak hakkına sâhiptir. Karşılık ancak misliyle meşru olur, fazlası zulümdür. Zulme mâruz kaldıktan sonra, misli ile karşılık vermek, her konuda câiz değildir. Meselâ birisi bize iftirâ etse, biz de ona iftirâ edemeyiz. Birisi haksız yere bir yakınımızın canına kıysa, biz de onun canına kıyamayız. (..) (İ. KARAGÖZ 4/200)

Bir kimse, câiz olan alanlarda, zâlimden hakkını kendi aldığı zaman, suçlu ile ödeşmiş olur. Artık âhirette aralarında dâvâ olmaz. Çünkü bir hak iki kere alınmaz. Bir suça iki kere cezâ verilmez. Eğer mazlum, zâlimi affederse, mükâfâtını Allah verir. Affedilen hak için de âhirette dâvâ olmaz. Sâdece Allah, zâlimi emrine uymadığı için cezalandırabilir. Eğer mazlum, aczi sebebiyle zâlimden hakkını alamazsa ve af da etmezse, zâlim âhirette hem Allâh’a karşı hem zulmettiği kişiye karşı sorumlu olur. (İ. KARAGÖZ 4/200)  

(127).‘(Rasûlüm!) Sabret; senin sabrın da ancak Allah(’ınyardımı) iledir. (Yüzçevirmelerindendolayı) onlara üzülme, kurdukları tuzak dolayısıyla da (endişelenip) sıkıntıya düşme!’    ‘sabret’, ‘üzülme’:  Sabretmek makamı, daha üstündür. İman etmeyecek olurlarsa üzülme. Yapılan işkencelere üzülme. (S. HAVVÂ, 8/113) 

(128).‘Şüphesiz ki Allah sakınanlarla ve ihsan edenlerle berâberdir.’ Onları destekleyerek, yardımcı olarak, hidâyet vererek, doğru yola ileterek onlarla birliktedir. Bu, özel bir berâberliğin ifâdesidir. Takvâ sâhiplerinden kasıt ise, haram olan şeylerden kaçınan, uzak duranlardır. İhsan edenler ise, itaatleri de işleyen kimselerdir. İşte bu gibi kimselerin gerçek velîsi Allah’tır. (S. HAVVÂ, 8/113)

Yüce Allah, müttaki ve müminlerle berâber olduğunu bildirerek, müminlerin müttaki ve Muhsin olmalarını istemektedir. Allâh’ın berâberliği mekân itibariyle değil, bilgisi, görmesi, duyması, murâkabesi ve yardımı itibariyledir. (İ. KARAGÖZ 4/203)