Medîne döneminde inmiştir. 75 âyettir. 30-36 ve 64. âyetler Mekkî’dir. Enfâl, nefl’in çoğuludur, “harp ganimetleri” demektir. (H. T. FEYİZLİ, 1/176) (4.12.2011 tarihinde yazıldı)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
8/1 GANİMETLER
1. (EyPeugamberim!) Sana harp ganîmetleri hakkında sorarlar. De ki: “Ganîmetler, Allah ve Rasûl(ü’n)e âittir. O hâlde, eğer (gerçekten) inanıyorsanız (Allâh’ınemirveyasaklarınariâyetederek) Allâh’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin.”
1-1.‘Sana ganîmetler)den soruyorlar. De ki, ganîmetler Allâh’ın ve Rasûlü’nündür.’ Onların hükümlerini belirtmek, Allâh’a ve Rasûlüne âittir. Allah hikneti gereğince, uygun göreceği şekilde paylaştırılmasını emreder. Rasûlü de, bu konuda Allâh’ın emrine uyar. (..) ‘Şu hâlde Allah’tan korkun. Aranızı düzeltin.’ Aranızı düzeltin: Islah edin. Bu ıslahı hakikaten yapın. Tâ ki, sizin aranızdaki ilişkiler ülfet, sevgi ve işbirliğine dayalı olsun. Allah’tan korkun ve Allah ve Rasûlü’nün emri etrafında el birlik olun. (S. HAVVÂ, 5/456)
Hz. Peygamber, Bedir savaşında alınan ganîmetlere bu âyetin hükmünü uygulamış, tamâmını kendisine bırakılmış olan ganîmetin hepsini gâzilere dağıtmıştır. 1/5 uygulaması yapmamıştır. Sonra 41. Âyet gelmiş, beşte bir (1/5) uygulamasına geçmiştir. (KUR’AN YOLU, 2/662)
İmamAhmed’denbir diğer rivâyet… Ebû Ümâme’den, demiştir ki: Ubâde bin es Sâmit’e enfâl hakkında soru sordum, şöyle dedi: ‘O sûre biz Bedir ashâbı hakkında, ganîmetler konusunda ihtilâfa düşüp de birbirimize kötü davranmaya başlayınca nâzil oldu, Allah onu bizim ellerimizden aldı, Rasûlullah (sa)’a verdi. Rasûlullah (s)’da onu Müslümanlar arasında eşit bir şekilde paylaştırdı. (S. HAVVÂ, 5/458)
Müslümanlar ganîmet için savaşmazlar, savaş sonrası ganimete göz dikmezler, ganimetten verileni alırlar ve ganimet kavgası yapmazlar. Çünkü Müslümanlar bilirler ki, ganimetlerin mülkiyeti Allâh’a, kullanım ve dağıtım şekli Peygamberine âittir. ‘Ganîmetin Allâh’a ve Peygamberine âit olması’nı böyle anlamak gerekir. Bu sûrenin 41’nci âyetinde, savaş ganîmetlerinin nasıl taksim edileceği bildirilmiştir. Âyete göre ganimetler, beşe bölünür; beşte biri Allâh’a, Peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara, beşte dördü gâzîlere verilir. (İ. KARAGÖZ 3/5)
‘Aranızda vâki olan ihtilâfları düzeltin’ emri, aranızda vâki olan kırgınlık, dargınlık, kavga ve ihtilâfı giderin, barış içerisinde olun, demektir. (..) Dilleri, ırkları, renkleri ve cinsiyetleri ne olursa olsun, bütün müminler kardeştir. Bu itibarla müminlerin barış ve güven içerisinde olmaları, kardeşçe yaşamaları Allâh’ın kesin emridir. Yüce Allah Kur’an’da ‘Hepiniz topluca barış ve güvenliğe girin’ (2/208) (..) buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 3/5-6).
Hadis: (Ey müminler) Birbirinizle ilgiyi kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize kin tutmayın, haset etmeyin, kardeşler olun. Bir Müslümanın üç günden fazla kardeşine dargın durup onu terk etmesi helâl olmaz. (Tirmizi Birr 24; İ. KARAGÖZ 3/6)
‘Allâh’a ve peygamberine itaat’ Allah ve Peygamberin emir ve yasaklarına, tavsiye ve hükümlerine, helâl ve haramlarına uymaktır. Allâh’a ve peygamberine itaati birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü her ikisinin de emrettiği ve yasakladığı şeyler aynıdır. Allâh’a itaat eden Peygambere, Peygambere itaat eden de Allâh’a itaat etmiş olur. Yüce Allah, ‘Kim Peygambere itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur.’ (4/80). Peygamberimiz (s) ise, ‘Kim bana itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur, kim de bana isyan ederse, Allâh’a isyan etmiş olur.’ (Hadis, Buhâri) buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 3/3/6).
8/2-4. GERÇEK MÜ’MİNLERİN ÖZELLİKLERİ
2. Müminler o kimselerdir ki Allâh’ın adı anıldığı zaman yürekleri ürperir, O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, (bu) onların îman (nûr)larını kuvvetlendirir. Ve (herişlerinde) ancak Rablerine tevekkül ederler / güvenirler. [bk. 9/124]
3. Müminler namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden (Allahyolunda) harcarlar. [bk. 2/3]
4. İşte bunlar gerçek mü’minlerdir. Rableri katında onlara hem dereceler, hem bağışlanma, hem de tükenmez / bol rızık vardır.
2-4. (2).‘Müminler ancak onlardır ki, (1) Allah anıldığı zaman kalpleri korku ile ürperir.’ Onu ululamaktan, celâlinden, izzet ve egemenliğinden, kahır ve galebesinden korkuya kapılarak ürperir.
(2) ‘Allâh’ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman îmanlarını artırır.’ Bu âyetler sebebiyle yakînleri ve güvenleri artar. Huzur ve sükûn bulurlar. (S. HAVVÂ, 5/456)
Mümin, Allâh’a ve meleklerine, Kur’ân’a ve önceki kitaplara, Hz. Muhammed (s)’e ve diğer peygamberlere (2/285) ve âhiret gününe (27/3) îman eden, Kur’an’ın bildirdiği gerçeklerden şüphe etmeyen (49/15), Peygamberlerden hiçbirini diğerinden ayırmayan (2/285), İslâm’ı din olarak kabul eden kimsedir. (İ. KARAGÖZ 3/8).
‘âyetlerin îmânı artırması’ îmânın kuvvetlenmesi demektir. ‘Îmânın artması’ kesin olarak îman edilmesi, şüphe edilmemesi ve îmânın kuvvetlenmesidir. Îman kuvvetlenir ve zayıflar. Îmânın artması, sayı itibâriyle değildir. Tasdik anlamında olan îman, kemiyet itibariyle artmaya elverişli değildir. Çünkü îmânın kabul olması için îman edilecek şeylerin tamâmına îman etmesi gerekir. Bu açıdan îmanda artma ve eksilme olmaz. Ancak îmânın gereği olan şeyleri, uygulayıp uygulamama yâni itaat veya isyan açısından îmânın kuvvetliliği veya zayıflığı söz konusudur. (İ. KARAGÖZ 3/9).
Bilgi ve ibâdet sebepleri ve delilleri arttıkça, îman da taklitten çıkıp, kesinlik özelliği kazanmaya başlar, kesinlik gelişir, yakîn ve tatmin duyguları artar. (ELMALILI, 4/202)
Sünni kelâmcılara göre îman, tasdik anlamındadır ve bölünmeye müsâit değildir. İnanılacak konular belirlenmiş ve sınırlanmıştır. Bu bakımdan nicelik yönünden artma ve eksilme mümkün değildir. (KUR’AN YOLU, 2/663)
(3).‘Rablerine de tevekkül ederler’ O’na güvenirler. İşlerini Rablerinden başkasına havâle etmezler, O’ndan başka kimseden bir şey ummazlar, beklemezler.
(3).(4) ‘Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve’ Müminler, Peygamberimiz (s)’in öğrettiği ve bize kadar tevâtüren gelen şekliyle günde beş vakit namazı kılmak zorundadırlar. ‘Namazları ve orta namazı koruyun’ (2/238) buyuran yüce Allah, ‘Firdevs cennetinin vârisleri olan müminlerin, namazlarında saygılı olduklarını, namazlarını (vakti vaktine kılarak) koruduklarını ve namazlarına (ara vermeden) devam ettiklerini’ bildirmiştir. (23/1-2, 9-11, 70/22-23, 34-35; İ. KARAGÖZ 3/10)
(5) kendilerine rızık olarak verdiğimizden harcarlar.’ Onlar kalbî amellerden olan Allah’tan korkmak, ihlâs sâhibi olmak, tevekkülde bulunmak ile organlarla yapılan amellerden olan namazı ve sadakayı / zekâtı birlikte edâ ederler. (S. HAVVÂ, 5/456, 457)
Allâh’ın verdiği rızıktan kendileri yararlandıkları gibi, yakından uzağa doğru başkalarının da ondan yararlanmasına imkân verirler; nafaka, zekât ve sadaka verme, vakıf kurma, ödünç verme ve kullandırma, ikram etme gibi mâlî görev, yardım ve iyilikleri ihmal etmezler. (KUR’AN YOLU, 2/663)
Âyette ‘infak’ kelimesi, mutlak olarak zikredildiği için, hem farz olan zekâtı ve vâcip olan sadakayı, hem nâfile olarak yapılan her çeşit hayır ve yardımı kapsar. Kur’an’da takvâlı müminlerin özellikleri arasında infak etmek de zikredilmiştir. (2/2-3).
(4).(6)‘Onlara Rablerinin katında dereceler (amellerinin miktarına göre biri diğerinden üstün mertebeler). İnsanların da Allah katında îman ve sâlih amellerine veya inkâr ve isyanlarına göre değeri ve itibârı vardır. ‘Herkesin amellerine göre dereceleri verdır.’ (6/132, 46/19). Yüce Allah, âhirette insanlara bu derecelerine göre işlem yapacak, ödüller ve cezâ verecektir. Dolayısıyla Peygamberlerin, müminlerin ve kâfirlerin Allah katında dereceleri aynı değildir. (2/253, 4/95-96, 57/10) İnsanların dereceleri îman ve sâlih amellerine göre farklıdır. ‘Her kim Allâh’a sâlih ameller işlemiş bir mümin olarak gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır.’ (20/75, İ. KARAGÖZ 3/11, 12).
(7) günahlarının bağışlanması ve (8) (cennette) cömertçe verilmiş bir rızık vardır.’ Kazanmak için herhangi bir çaba ve hesap vermek korkusu söz konusu olmaksızın verilecektir, bu rızık. (S. HAVVÂ, 5/457)
İnsan, günah işleyebilecek özellikte yaratılmıştır. Peygamberlerin dışında mâsum, günahtan korunmuş hiçbir kimse yoktur. (İbn Mâce). Dolayısıyla her insanın günahı olabilir. Yüce Allah, kul hakkına yönelik olmayan günahları kendiliğinden affedebileceği gibi, sâlih ameller sebebiyle ve Allah’tan af ve mağfiret isteyip tevbe ettiği zaman da affedebilir. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhametli olandır: ‘Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’ (73/20, (..) (İ. KARAGÖZ 3/12)
Bu özellikleri taşıyan kimseler gerçek ve kâmil mânâda müminlerdir. Allah nezdinde îman ve amellerinin nicelik ve nitelik yönlerinden, yeterli olandan kâmil olana, daha güzel ve mükemmel olana doğru farklılığına dayalı değerleri ve dereceleri vardır. Allâh’ın bu derecelere yerleştirdiği kullarına lûtfedeceği nîmetler de birbirinden üstündür, çeşitlidir, zengindir, benzersizdir. Allah onların günahlarını da bağışlayacak ve kendilerini ebedi mutlulukla ödüllendirecektir. (KUR’AN YOLU, 2/663, 664)
‘İşte onlar, gerçekten inanmışların ta kendileridir.’ Allah Rasûlü ’Sabahı nasıl ettin Ya Hâris? Deyince o da ‘Ben gerçekten mümin olarak sabahladım’ dedi. Allah Rasûlü: ‘Ne söylediğine dikkat et. Her şeyin bir hakikati vardır, senin îmanının hakikati nedir? Şöyle cevap verdi: ‘Nefsimi dünyâdan uzak tutttum. Gecelerimi uykusuz geçirdim, gündüzlerimi susuz. Rabbimin arşını ayan beyan görüyor gibiyim. Cennet ehlini orada birbirlerini ziyaret eder gibi görüyorum. Cehennem ehlini de orada yalvarıp yakarır görür gibiyim.’ Hz Peygamber ona: Ya Hâris bildin, sen bundan ayrılma’ sözünü üç defa tekrarladı. (Hadis) (S. HAVVÂ, 5/465, 466)
8/5-8. BEDİR GAZVESİNE ÇIKIŞ
5. (Ey Peygamberim! Ganîmetlerinpaylaşılmasındanbâzılarınınhoşlanmayışı,) Rabbinin seni hak uğrunda (Bedir’desavaşmakiçin) evinden çıkardığı (zamanki) hâle benzer. (Ozamanda) mü’minlerden bir kısmı (savaşaçıkmaktan) hoşlanmıyorlardı.
6. Savaşa karşı çıkanlar, (savaşın kaçınılmaz olduğu) apaçık ortaya çıktıktan sonra sanki onlar göz göre göre ölüme sevkediliyorlarmış gibi seninle (buhususta) tartışıyorlardı.
7. Allah size iki tâifeden (Kureyş’inyaŞam’dangelenticâretkervanıveyasilâhlıbirliklerinden) birinin muhakkak sizin olduğunu vaadettiği zaman, (siz) silâhlı olmayanın (ticâret kervanının) kendinizin olmasını istiyordunuz. Allah da sözleriyle (bununaksine), İslâmı hâkim kılmak ve kâfirlerin arkasını kesmek (içinsilâhlıbüyükkısımlasavaşmanızı) istiyordu.
8. (Bu,) müşrikler hoşlanmasa da hak (olanİslâm’)ı hâkim kılmak ve bâtıl (olanküfrüveşirk)i ortadan kaldırmak içindi.
5-8. (5).‘Nitekim Rabbin seni, hak uğruna savaşmak için evinden çıkarmıştı.’ Yâni Rabbin seni, Medîne’deki evinden çıkarıp Bedir tarafına doğru hareket etmeni emreylediği zaman, hakkı yerine getirmek gibi gerçek bir sebeple çıkarmıştı. ‘Oysa Müslümanların bir kısmı o zaman bundan hoşlanmamışlardı.’ Savaşı arzu eder bir durumda değildiler. Bunun için ilk yola çıkışta işin içyüzünü bilmiyorlardı. Gerekli hazırlıklarını yapmadan sâdece bir kervana gidiliyor diye gelişigüzel çıkmış bulunuyorlardı, savaşmayı da istemiyorlardı. (ELMALILI, 4/203)
(6).‘Hak apaçık meydana çıktıktan’ zafere kavuşacaklarını sen onlara bildirdikten, yâni savaşma konusunda hakkı apaçık görmelerinden, bu konuda onlara yardım olunacağı vaadi verildikten ‘sonra bile seninle mücâdele ediyorlardı.’ Rasûlullah (s) ile hakkında tartıştıkları, ordu ile karşılaşma konusu idi. Çünkü onlar kervan ile karşılaşmayı tercih ediyorlardı. (..) ‘Göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi’ Onlar zafer ve ganîmete doğru götürüldükleri hâlde, aşırı şekilde korkuya kapılmaları hâli, öldürülmek üzere götürülen ve zorla öldürülmek için aşağılanarak sürüklenen kimsenin durumuna benzetilmiştir. (..) Ancak onların korkuları sayılarının azlığı, piyâde oluşları sebebiyle idi. Aralarında sâdece iki atlı var idi. (S. HAVVÂ, 5/474)
Bedir’de Allâh’ın Yardımı: Harp tekniğinde, askerin mâneviyâtını yükseltmek, basit te olsa, ilk çarpışmada ufak bir zafer elde etmeleri sağlanır. Dikkat edilecek olursa Allah, Müslümanlara ilk savaşlarında büyük bir zafer ihsan etmiştir. Bu ise, Müslümanların mâneviyâtını yükseltmiştir. (S. HAVVÂ, 5/474, 475)
(7).’Hani Allah, bu iki topluluktan birinin’ ya Kureyş ordusunun, ya da kervanın ‘elinize geçeceğini’ peygambere müjdeleyerek ‘size söz vermişti fakat siz’ tehlikeye atılmaktan çekiniyordunuz. Güçlü Kureyş ordusunu bozguna uğratıp muhteşem bir zafer kazanmak yerine’kuvvetsiz olan’ kervan’ı ele geçirmek istiyordunuz. Oysa Allah buyruklarıyla hakkı’ – yâni hak ve adâlet prensiplerine dayanan ve hakikatin ta kendisi olan bu dîni – yeryüzünde ‘egemen kılmak ve’ hakkın karşısında duran zâlimleri bozguna uğratarak ‘kâfirlerin kökünü kazımak istiyordu.’ (M. KISA, 1/193)
(8).‘hakkı gerçekleştirsin ve kâfirlerin kökünü kessin.’ Sizler çabucak elde edeceğiniz bir faydayı, basit şeyleri arzuluyorsunuz. Yüce Allah ise yüksek menfaatleri, hakkın muzafferiyetini, Allâh’ın adının yükselmesini istemektedir. Her iki maksat arasında ise büyük farklılıklar vardır. İşte bunun için O, sizin güçlü olan kesim ile karşılaşmanızı istedi. Sizin zayıflığınızla onların kuvvetlerini parçaladı; sizi aziz, onları zelil kıldı. (S. HAVVÂ, 5/477)
‘Allah da sözleriyle (bununaksine), hakkı açığa vurmak ve kâfirlerin arkasını kesmek (içinsilâhlıbüyükkısımlasavaşmanızı) istiyordu.’ Hakkın hak edilmesi İslâm’ın yerleştirilmesi ve üstün kılınmasıdır. Bâtılın iptâli ise, küfrün çürütülmesi ve ortadan kaldırılmasıdır. (S. HAVVÂ, 5/478)
İslâm’ın hedefi, servet edinip rafah içinde yaşamak değildir. Amaç, bütün dünyâda hakkın, hukukun hâkim olması, zulüm ve baskının ortadan kalkması, dini yaşama ve tebliğ etme imkânının elde edilmesidir. Bedir olayında da, bu amaca uygun olarak, hedef kervan kovalamak değil, savaşmaktır. Ancak bu takdirde, bâtıl yıkılacak ve hak ayakta kalacaktır. (KUR’AN YOLU, 2/669)
Hak savaşsız gelmez, Bâtıl savaşsız yok edilmez: Hakkın savaş olmaksızın yerleşmesi mümkün olmadığı gibi, bâtılın da savaşsız ortadan kaldırılmasına imkân yoktur. Kâfirler ancak, cihad sayesinde kökten silinebilir ve zelil edilebilirler. Durum böyle olduğuna göre bütünü ile hayır, savaştadır. Bütünüyle kötülük ise, Allâh’ın farz kılmış olduğu cihattan yüz çevirmektedir. (S. HAVVÂ, 5/478)
Rasûlullah (s) ve ashâbından 312 kişi Bedir’e üç günlük mesafeden geldikleri zaman, müslümanları ortadan kaldırmayı planlayan müşrikler de, 950 kişilik teçhizatlı bir ordu ile Mekke’den çıkıp, on günlük mesâfeden oraya gelmişlerdi. Bu savaş İslâm tarihinde îman ve küfrün ilk savaşıdır. (H. T. FEYİZLİ, 1/177)
8/9-14. BEDİR GAZVESİNDE GÖRÜLEN İLÂHİ LÜTUFLAR
9. (Ey müminler!) Hani siz (Bedir’de) Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: “Hiç şüpheniz olmasın ki ben size, birbiri ardınca gelen bin(lerce) melekle yardımcıyım.” diye duânızı kabul buyurmuştu.
10. (Ey müminler!) Allah bunu ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yapmıştı. Yardım / zafer ancak Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah mutlak galiptir (çok güçlü), hakim, (herişi, hersözüveherkarârı) çok hikmetli olandır.
11. (Ey müminler!) O zaman, (Allah) katından (verilen) bir güven olmak üzere sizi hafif bir uyku bürüyordu. Sizi tertemiz yapmak, (bulunduğunuzyerdesuyunolmayışındandolayı) şeytanın pisliğini (vesvesesini) gidermek, kalplerinizi (ümitleAllâh’a) bağlamak, ayakları(nızınaltındakikumları) pekiştirmek (vesebâtınızısağlamak) için üzerinize gökten su indiriyordu.
12. O vakit meleklere Rabbin şöyle bildiriyordu: “Şüphesiz ben, sizinle berâberim, siz, îman edenlere dayanma gücü verin. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım, hemen vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına.”
13. Bu da, (müşrik)lerin (öldürülmeleri) Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelmeleri sebebi iledir. Kim de Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, muhakkak Allâh’ın (onlara) cezâsı çok şiddetlidir.
14. (Ey kâfirler!) İşte (şimdi) dünyâ cezâsını tadın! Kâfirler için bir de (cehennem) ateşin(in) azâbı vardır.
9-14. (9).‘Hani siz, (Bedir’de) Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, hiç şüpheniz olmasın ki, ben size bir biri ardınca gelen bin(lerce) melekle yardımcıyım’ diye duânızı kabul buyurmuştu. Bedir savaşında meleklerin Müslümanlara yardımı Âl-i İmran sûresinin 124, 125. Âyetlerinde de zikredilmiştir. Orada 3 000 melekle yardım edileceği, bu yetmezse 2 000 melek daha gönderileceği, yardımcı melek sayısının 5 000’e çıkarılacağı müjdelenmiştir. (KUR’AN YOLU, 2/670)
Bu âyet-i kerîmelerden şunu anlıyoruz: Bize düşen savaşmaktır. Yardım ve zafer ise Allah’tandır. Duâ etmek savaşın âdâbındandır. Allah bu duâları kabul eder. (S. HAVVÂ, 5/480)
(11).‘O zaman katından bir güven (emniyet) olsun diye sizi hafif bir uykuya daldırıyordu.’ (..) ‘ve üzerinize gökten su indiriyordu.’ Bedir çarpışmasından önceki gecede Allâh’ın askere mucizevi bir uyku lûtfetmesi ilâhi yardımın bir başka şeklini oluşturmuştur. Yardım bununla da kalmamış etkili bir yağmur, askerlerin mevzilendiği arâziler birbirinden farklı olduğu için düşmanın hareket kâbiliyetini sınırlamış, Müslümanların arâzide yürüyüşünü ise – yağış kumları sıkıştırdığı için – kolaylaştırmıştır. ‘ayakları yere sağlam bastırmak’tan maksat, yağmurun sağladığı bu hareket kolaylığıdır. Yağmur kullanılacak su miktarını da arttırmış, gece uyurken ihtilâm olan askerler uyanır uyanmaz yıkanmış, abdest almış, temizlenmişler, böylece ve bu mânâda şeytanın pisliğini gidermiş, cünüplüğün Müslümanda meydana getirdiği kirlilik duygusunu üzerlerinden atmışlardır. (KUR’AN YOLU, 2/670, 671)
(12).‘… artık boyunlarının üzerinden vurun, onların bütün parmaklarına vurun.’ Buradaki emir, melekleredir. (müminler olduğu görüşünde olanlar da vardır) çünkü melekler o gün, fiilen savaşmışlardır. er Rabi’ b. Enes der ki: Bedir gününde insanlar meleklerin öldürdükleri ile kendilerinin öldürdüklerini, boyunları üzerindeki ve parmaklar üzerindeki darbelerden (ateşin yakıp dağladığı iz gibi) alâmetten tanımakta idiler. (S. HAVVÂ, 5/483)
‘Ben kâfirlerin üzerine korku salacağım..’ Meleklerden oluşan takviye gücüne Allah Teâlâ bilgi ve emirler verirken Müslüman güçler için çok önemli olan bir mânevi desteği daha açıklamaktadır: ‘İnkâr edenlerin kalplerine korku salmak.’ Psikolojik savaşın önemli hedeflerinden biri düşmanı korkutmak, moralini bozmak ve gözünü yıldırmaktır. Allah, müminler lehine bunu da sağlamış olmaktadır. Meleklere yönelik ‘vurun’ emri, onların bu savaşa fiilen ve muhârip olarak katıldıklarını göstermektedir. (KUR’AN YOLU, 2/671)
(13).‘Bunun sebebi (onlara isâbet eden vurma, öldürme ve dünyâdaki cezânın) Allâh’a ve peygamberine karşı koymalarıdır.’ Bedir günü müşriklere verilen cezâ, Allâh’ın peygamberleri yalanlayanlara vermiş olduğu cezâların türündendir.
Allâhü Teâlâ, Hz Nuh kavmini tufan ile, ilk Âd kavmini kasırga ile, Semûd kavmini ıslıklı rüzgar ile, Lût kavmini yere geçirmek yurtlarını alt üst etmek ve siccil taşlarını yağdırmak ile, Şuayb kavmini gölge günü ile helâk etmiştir. Hz. Mûsâ’yı gönderip, Firavun ve kavmini denizde boğarak helâk etmiştir. Müminlerin kâfirleri öldürmeleri ise, onları alçaltıcı, müminlerin kalplerine su serpicidir.
Ebu Cehil’in savaşta öldürülmesi, yatağında ölmesinden daha hakir kılıcı ve küçültücüdür. Ebu Leheb’in (Allâh’ın lâneti üzerine olsun) öldüğü hastalık, yakınlarından kimseyi yaklaştırmamış, uzaktan su dökerek yıkanmış, gömülünceye kadar taşlamışlardı. (S. HAVVÂ, 5/484)
Hadis: Rasûlullah (s) Bedir günü; ‘İşte Cebrâil! Atının başından tutmuş, üzerinde de savaş teçhizatıyla yardımınıza gelmiş durumda’ buyurdular. (Buhâri Megâzi 11; Ö. ÇELİK, 2/310)
(14).‘İşte (şimdi) dünyâ cezâsını tadın! Kâfirler için bir de (cehennem) ateşin(in) azâbı vardır.’ Yüce Allah ve Peygamberine muhâlefet edenler, dünyâda da âhirette de cezalandırılırlar. (a). Dünyâdaki cezâları, âfet ve musibetlere, Bedir’de olduğu gibi hezimete uğramak, canlarını ve mallarını yitirmektir. (b). Âhiretteki cezâları ise, cehennem azâbıdır. Allâh’ın dünyadaki azâbı da âhiretteki azâbı da şiddetlidir. (İ. KARAGÖZ 3/21)
8/15-16 SAVAŞTAN KAÇMAMAK
15. Ey îman edenler! (Savaşta) kâfirlerle, toplu hâlde iken karşılaştığınız zaman, onlara arka(larınızı) dön(üpkaç)mayın!
16. (Ey müminler! Düşmanıyanıltmaveonunla) tekrar muhârebe için bir tarafa çekilen veya (hazırlıkiçin) diğer bir bölüğe katılan hâriç; kim o günde onlara arkasını döner (kaçar)sa, muhakkak o, Allah’tan bir gazaba uğrar, üstelik onun varacağı yer cehennemdir. O, varılacak ne kötü bir yerdir!
15-16. (15).‘Ey îman edenler! (savaşta) kâfirlerle, (onlar) toplu halde iken karşılaştığınız zaman, onlara arka(larınızı) dön(üpkaç)mayınız.’ Savaştan kaçma fiilini büyük günahlar arasında sayan meşhur hadis yanında iki âyet daha konumuzla ilgilidir. Birincisi Uhud savaşı ile ilgili olup, orada savaş meydanını terk edenler kınanmış ve Allâh’ın affından söz edilmiştir. (3/155) İkinci âyet de Huneyn savaşındaki dağılma ve kaçma ile ilgilidir. Orada da kaçanlar kınanmış, bir kısmının affedildiği bildirilmiştir. (9/25, 26) Bu âyetlerden çıkan hüküm savaş taktiği veya bir başka birliğe katılma amacı dışında savaştan kaçmanın büyük bir suç ve günah olduğudur. (KUR’AN YOLU, 2/673)
Meşru savaşa katılmak farzdır. Saldırı, baskı, zulüm ve benzeri herhangi bir sebeple savaş ilân edildiği zaman hastalık ve engellilik gibi (48/17) geçerli bir mâzeret olmadığı sürece toplumu yönetenler tarafından savaşa çağırılanların bu savaşa katılmaları farz bir görevdir. (İ. KARAGÖZ 3/22)
(16).‘..ancak yeniden dönüp çarpışmak için yan çizerse’ Yâni düşmanı yanıltmak ve daha iyi vurmak için vur kaç ve tekrar vur kaç gibi bir savaş hîlesi maksadıyla bunu yaparsa (Allâh’ın gazabı dışındadır.) (ELMALILI, 4/210)
Savaştan kaçanlara Allâh’ın gazap etmesi ve kızması, savaştan kaçmanın büyük günah olduğunun ifâdesidir. Büyük günaha tevbe edildiği zaman Allah affedebilir. Nitekim Uhud ve Huneyn savaşlarında firar edenleri Allah bağışlamıştır. (3/155, 9/25-26). (İ. KARAGÖZ 3/23)
Cehennem çok kötü bir sığınaktır. Sözlükte ‘derin kuyu’ anlamına gelen cehennem, din dilinde dünyâ hayâtında îman etmeyenlerin sürekli olarak, îman ettiği hâlde farzları terk eden, büyük günah işleyen kimselerin günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere kalacakları cezâ ve azap yeridir. (..) Cehennem ile cezalandırılacak olanlar, kızışmış, alevli, büyük bir ateşin içine atılırlar. Zakkum ağacı ve kuru diken yedirilir, kaynar su ve irin içirilirler. (88/4-6, 78/25, 69/35-36, 56/42, 44/43). (İ. KARAGÖZ 3/23)
Ancak teke tek çarpışmalarda, canı kurtarmak için gerektiğinde kaçmak veya büyük bir düşman gücü karşısında zafer ihtimâli bulunmadığı için savaşa girmemek, keza büyük bir kayıp verilmesi hâli ve ihtimâli karşısında kumanda ile ve düzenli bir şekilde çekilmek, savaştan kaçma olarak değerlendirilemez. (KUR’AN YOLU, 2/674)
İslâm, insanların barış ortamı içerisinde yaşamalarını ister. Savaş ancak bir saldırı olduğu zaman (2/190) veya barış, huzur ve güveni sağlamak, fitne, fesat ve zulmü önlemek, serbest ibâdet etmek, mülk edinme ve benzeri temel hakların ihlâlini önlemek, vatana, mala, cana, ırza ve mukaddes değerlere yapılan saldırıları engellemek için en son çâre olarak meşru olur. (İ. KARAGÖZ 3/23, 24).
8/17-19. ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN
17. (Ey müminler!) Müşrikleri siz (Bedir’dekendikuvvetinizle) öldürmediniz; fakat onları Allah öldürdü. (Rasûlüm! Biravuçkumu) attığın zaman da sen atmadın; fakat Allah at(tırıponlarıperişanvemağlupet)ti. (Buda) mü’minleri, katından (yaptığı) güzel bir imtihanla sınamak içindir. Şüphesiz ki, Allah (herşeyi) işitendir, bilendir.
18. (Ey müminler!) İşte bu (herzaman) böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin hîlesini zayıflat(ıpiptalet)miştir.
19. (Eykâfirler!) Eğer siz fetih / zafer istiyorsanız, işte size zafer (böylealeyhinize) gelmiştir. Eğer (küfür, şirkvedüşmanlıktan) vazgeçerseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. Eğer tekrar savaşa dönerseniz, biz de (müminlere yardıma) döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, sizden aslâ hiçbir şeyi savamaz. Şüphesiz ki Allah, inananlarla berâberdir. [Sonüçâyetilekrş. 7/179]
17-19. (17).‘İmdi onları siz öldürmediniz.’ O öldürülen ve yere düşen, ganîmeti söz konusu olan müşrikler sizin gücünüzle ve kuvvetinizle ölmüş olmadılar. (..) ‘Ve lâkin onları Allah öldürdü.’ Size emretmek, yardım ve zafer vermek, üzerlerine sizi saldırtmak ve kalplerine korku düşürmek sûretiyle gerçekte onları Allah öldürdü. (ELMALILI, 4/211, 212)
Rasûlullah (s) dokuzuncu âyette geçtiği üzere duâasından sonra Hz. Cebrâil’in söylemesiyle bir avuç kumlu toprak aldı: “Şâheti’l vücûh” (yüzleriniz kara olsun) diyerek müşriklere doğru fırlattı. Müşriklerden hiç kimse kalmadı ki o toprak ve kum, onların gözlerine, burun deliklerine ve ağızlarına gitmiş olmasın. Hepsi perişan oldu ve arkalarını dönüp kaçtılar. (H. T. FEYİZLİ, 1/178)
Atan’ın, öldürenin Allah olması, savaşta meleklerin gönderilmesi, düşmanın kalbine korku salınması, yağmurun yağdırılması gibi mûcizeleri, olağanüstü ilâhi yardımları ifâde etmektedir. Kulun irâde ve gücünün bir şekilde etkili olduğu fiillerin de yaratıcısı Allah’tır; ancak bunlar için ‘Allah yaptı denilmez de ‘Kul yaptı, verdi, öldürdü..’ denir. Kulların irâde ve güçlerinin dahli bulunmayan veya ilâhi müdahalenin olağan üstü olduğu durumlarda ise fiil doğrudan Allâh’a izâfe edilir; bu ifâde biçimi günlük dilde de yaygın olarak kullanılır. (KUR’AN YOLU, 2/675)
‘ve attığın vakit de sen atmadın (YâMuhammed) Düşmanlara isâbet eden ve etkileyen, hepsinin gözlerine batan o atışı sen atmadın. O atışın dış görünüşü senin idi, ama sonuçlarını ve etkisini sen yapmadın. ‘ve lâkin Allah attı’ Zîrâ sana at! Emrini veren O idi, o attığın şeyi hedefine isâbet ettiren, gayesine erdiren ve düşmanı bozguna uğratıp, sizi tepesine bindiren ve gâlip getiren O idi. (ELMALILI, 4/212)
8/20-25 ALLÂH’A VE RASULÜNE İTAAT
20. Ey îman edenler! Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin. (Kur’an’ı) işittiğiniz hâlde O’ndan yüz çevirmeyin.
21. (Ey îman edenler!) Dinlemedikleri hâlde: “Dinledik.” diyenler gibi olmayın.
22. Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, aklını kullanıp (gerçeği) düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
23. Allah, onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara duyururdu. Ama onlara (hakkı) duyursaydı bile, onlar elbette yine yüz çevirerek dönerlerdi.
24. Ey îman edenler! (Peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allâh’a ve Rasûlü’ne uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer (sözünüzleniyetinizinaynıolupolmadığınıbilir) ve siz, elbette (kıyâmet kopunca diriltilecek) yalnız O’nun huzûrunda toplanacaksınız. [krş. 2/186]
25. (Eymüminler!) Bir de öyle bir fitneden sakının (vesakındırın) ki o(nuncezâsı) sâdece zulmedenlere isâbet etmekle kalmaz (zararı herkese dokunur). Biliniz ki Allah elbette cezâsı çok şiddetli olandır.
20-25. (20).‘Ey îman edenler! Allâh’a ve O’nun Rasûlü Muhammed Mustafâ (s)’e itaat edin;’ Allâh’ın gönderdiği Kur’ân’ı ve hayâtı O’nunla düzenlemekle görevlendirdiği Rasûlü’nü dinleyin. Kitab’a ve sünnete uyun. İtaat edin. Böylece size ulaşan Rabbinizin emirlerini ‘işittiğiniz hâlde, O’ndan yüz çevirmeyin.’ (M. KISA, 1/195)
‘Kur’ân’ı dinlediğiniz hâlde’ cümlesi, Peygamberine indirdiği kitaba îman ettiği ve Allah sözü olduğunu kabul ettiği hâlde, demektir. Kur’ân’ı kabul ettiği hâlde yüz çevirmek, Kur’ân’ı dinlediği hâlde ondan öğüt almamak ve hükümlerini uygulamamak, îman ile bağdaşmayan bir durumdur. Yüce Allah, Kur’an’da müminlerin, Allah ve Rasûlünün dâvetine ‘işittik ve itaat ettik’ diyerek icâbet ettiklerini, etmeleri gerektiğini bildirmektedir. (5/83, 24/51) Okunduğu zaman susup Kur’ân’ı dinlemek Allâh’ın kesin emridir: ‘Kur’an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.’ (7/204, İ. KARAGÖZ 3/27)
(21).‘Ve işitmedikleri hâlde’işittik’ diyenler gibi olmayın.’ Burada, hakkı kulakları ile duyan, fakat onu kabul etmeyen ve ona inanmayan münâfıkların tutumu ifâde edilmektedir. Onlar inandıklarını iddiâ ettiler, fakat emirlere uymadılar. (MEVDÛDİ, 2/147)
‘İşitmediği’ hâlde ‘işittik’ demek, yalan söylemek ve ikiyüzlülük yapmaktır. Bu davranışı ancak münâfıklar yapabilir. (63/1, İ. KARAGÖZ 3/28)
(22).‘Çünkü Allah katında canlıların en kötüsü, aklını kullanıp (gerçeği) düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.’ Yeryüzünde debelenip duran canlıların en kötüsü böyle olanlardır, demektir. Hayvanların en kötüsü hakka karşı sağır olup onu akletmeyen, hakkı söylemeyen, haktan söz açmayan ve hakka dâvet etmeyen dilsizlerdir. Allah bu tür kimseleri hayvanlar türünden olarak değerlendirmiş ve sonra da onları daha da kötü olmakla nitelendirmiştir. (7/179) Çünkü onlar anladıktan sonra inat ettiler, aklettikten sonra bile bile hakkı reddettiler, kabul etmeyi kibirlerine yediremediler. (S. HAVVÂ, 5/501, 502)
(23).‘Allah, onlarda bir hayır olduğunu görseydi, elbette onlara duyururdu.’ Allah, mekân ve zaman sınırlamasına bağlı kalmaksızın her şeyi bilir. Kulların, belli zaman ve mekânda belli kararları alacaklarını da bilir. Ancak, Allâh’ın ezelde bilmesi, kulların kararları alıp, uygulamasına mecbur kılmamaktadır. Müşrikler, kendi serbest iradeleri ile Allâh’a ve Rasûlü’ne muhâlefet yolunu seçmişler, peygamberin tebliğ ettiği gerçeklere kulak vermemişler, duydukları hâlde duymamış gibi davranmışlardır. Allah, imtihan kuralının gerçeği olarak onları zorlamamış, neyi yapmak istiyorlarsa, ona imkân ve izin vermiştir. (KUR’AN YOLU, 2/678, 679)
(24).‘Ey îman edenler! (Peygamber) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allâh’a ve Rasûlü’ne uyun.‘ Bu âyetteki ‘hayat verecek şeyler’den kasıt kayıtsız ve şartsız olarak, Allâh’ın ve Rasûlü’nün çağrısını kabul etmektir. Özellikle, savaş çağrısına cevap vermek te bunlar arasındadır. (S. HAVVÂ, 5/502)
‘Hayat verecek şeyler’ ifâdesi, Allâh’a îman başta olmak üzere dînî görevlerin tamâmını içerir. İbâdetler, sâlih ameller, ahlâki davranışlar, Kur’ân’ın öngördüğü fert, âile ve toplum hayâtı, temel hak ve hürriyetler, sevgi ve saygı, kardeşlik ve dostluk, yardımlaşma, paylaşma ve benzeri tüm erdemler; fitne ve fesat, bölücülük ve bozgunculuk, arsızlık ve edepsizlik, hırsızlık ve yolsuzluk, kumar ve fuhuş, yalan ve aldatma, cehâlet ve tembellik, benzeri kötülük ve günahlardan arınma, insanlara hayat veren, onları güven ve huzur içinde yaşatan ilkeler, Allah ve Peygamberin çağırdığı dînî görevlerdir. Bunlar insanlığın kurtuluş reçetesive ebedî mutluluğun anahtarıdır. (İ. KARAGÖZ 3/32)
İslâm kelimesinin kök mânâsı barış ve esenliktir. Din olarak İslâm, bir barış çağrısıdır. Dînin talebi, zulmün ve baskının yer almadığı hukuk ve adâletin hâkim olduğu bir dünyâ düzenidir. Bu mânâda Allah Rasûlü’nün çağrısı, bütün dünyâ insanları için barış içinde yaşama çağrısıdır. (KUR’AN YOLU, 2/680)
‘Hem bilin ki, Allah şüphesiz kişi ile kalbi arasına girer.’ İnsan ile kalbinin arası bir deyimdir. Bundan insanın şuuru, aklı ve duyguları kastedilmektedir. Buralarda bulunan hiçbir bilgiyi, kararı, eğilimi, duyguyu Allah’tan gizlemek mümkün değildir. Allâh’ın çağrısına içtenlikle katılanlarla menfaati için öyle görünenleri Allah bilir ve ayırır. Allah hiçbir beşerin giremeyeceği, bilemeyeceği ve müdâhale edemeyeceği bu alanlara Allah müdâhale edebilir; inanç, bilgi ve duyguların değişmesini sağlayabilir. Bu sebeple kullar, rablerine sığınmalı; inanç, duygu ve düşüncelerini güzelleştirmesi için O’na yakarmalı; ‘Ey durumları değiştiren, gönülleri evirip çeviren rabbim! Hâlimi ve gönlümü güzelleştir’ diye niyazda bulunmalıdır. (Hz. Peygamber’in duâsı için bknz. Müsned, KUR’AN YOLU, 2/680)
Allah kullarına kendilerinden daha yakındır. (..) ‘Andolsun, insanı biz yarattıkve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.’ (50/16). Anlamındaki âyette olduğu gibi, tefsir etmeye çalıştığımız âyetin bu cümlesi de Allâh’ın kullarına olan mânevi yakınlığınıtemsîli olarak ifâde eder. Âyet, Allâh’ın kalplerin sırlarını bildiği, bu itibarla gâfil olunmaması, kalbin ihlâslı, iyi niyetli ve temiz olması gerektiğikonusunda bir uyarıdır. Yüce Allah, kalplerin îman, inkâr, ihlâs ve riyâ hâlinibilir. Kalplerde bulunan hiçbir bilgiyi, kararı, eğilimi, ve duyguyu Allah’tan gizlemek mümkün değildir. (İ. KARAGÖZ 3/34)
Muhakkak ki Allah, bütün eşya üzerinde tasarruf sahibidir. (tasarrufta bulunur), kalpler üzerinde de sahibinin gücü yetmeyeceği (şekilde) tasarrufta bulunur, azimlerini bozar, maksatlarını değiştirir, doğruluğu ilham eder, kalbini doğru yoldan saptırır. Hadis/Duâ: ‘Yâ mukallibe‘l kulûb, sebbit kalbî alâ dînike’/ Ey kalpleri değiştiren Allâh’ım! Kalbimi dînin üzere sâbit kıl’ (Ahmed b. Hanbel’den, M. A. SÂBÛNİ, 1/464)
O’na kalbinden, kalbine ondan daha yakın ve hâkimdir. Ondaki hâli gönlünden, gönlündeki hâli ondan daha iyi bilir ve daha yakından hükmü altına alıp, sâhip olur. Kudreti o kadar geçerlidir ki, yalnızca kişi ile başkaları arasına değil, onunla kalbi arasına bile girer. (..) Allah sizinle kalbiniz arasına perde çektiği ve ölüme davet ettiği vakit, ona icâbet etmemeye ve emrine karşı koymaya imkân bulamazsınız. O hâlde kalbinizle aranız açılmadan fırsat elinizdeyken, Allah Rasûlü sizi dâvet ettiği zaman, ona uyunuz. Onun emrine seve seve koşunuz. (ELMALILI, 4/217)
İnsanlar kıyâmet kopunca diriltilecekler ve ilâhi huzurda toplanacaklardır: Îman esaslarından biri de ölüm sonrası hayâtın varlığına ve insanın dünyâda bütün yaptıklarından sorgulanacağına, îman veya inkâr hâline göre cennet veya cehenneme gideceğine îmandır. Bu gerçeğe îman etmeyenveya şüphesi olan kimse, mümin olamaz. (2/25, 39). Tefsir etmeye çalıştığımız âyetin ‘Şüphesiz (kıyâmet kopunca diriltileceksiniz ve) Allâh’ın huzûruna götürüleceksiniz’ cümlesi bu gerçeği ifâde eder. Yüce Allah, âhirette herkeseamelinin karşılığını verecektir. Amel iyi ise karşılığı iyi, amel kötü ise karşılığı da kötü olacaktır. Hiç kimsenin ameli zâyi olmayacaktır. (İ. KARAGÖZ 3/35)
(25).‘Bir de içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmayan bir fitneden sakının.’ Günahların önlenmediği ve kaldırılmadığı hâllerde, kötülük işleyeni de işlemeyeni de kapsayan fitneden sakının. Yâni bu fitne, isâbet edeceği zaman, sizden yalnızca zâlimlere gelip çatmaz. Aksine hepinizi kuşatır.
Âyette geçen ‘fitne’ kelimesi; din özgürlüğüne, cana, mala, ırza, âileye ve temel insan haklarına yönelik suçları ifâde eder. Dolayısıyla cana kıymak, terör, fuhuş, hırsızlık, iftirâ, yalan haber, hileli üretim, bozuk gıdâ satmak, kamu malına tecâvüz etmek, trafik kurallarını ihlâl etmek, sahte para basmak, ölçü ve tartıda hîle yapmak, kargaşa çıkarmak, çevre kirliliği, karaborsacılık, cihâdı (terk), iyiliği emir kötülüğü yasaklamayı terk etmek, bid’at ve hurâfelerin yaygın hâle gelmesi ve benzeri zararı başkalarına da dokunan günah ve suçlardır. (İ. KARAGÖZ 3/36).
Hadis: Rasûlullah (s) buyurdu ki, Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz, yahut da Allâh’ın kendi katından üzerinize bir cezâ göndermesi çok yakın olur. Sonra da duâ edersiniz de, O sizin duânızı kabul buyurmaz. (S. HAVVÂ, 5/503, 507)
Genel fitnelere meydan vermemek için iyi korunmak, kontrolü elde tutmak (gemide bulunanların hepsine) farz-ı kifâye olan bir görevdir. İçlerinden bir kısmı bu görevi yerine getirdiği zaman hepsi kurtulur. (ELMALILI, 4/218)
İnsanlar açıkça kötülük işledikleri zaman görenlerin ona engel olması farzdır. Susarlarsa, hepsi günahkâr olur. Bir kısmı o günahı işlediği için, diğerleri ise ona rızâ gösterdiği için günahkâr olur. (İ. H. BURSEVİ, 7/72)
(..) Allah Rasûlü Hz. Muhammed (s) herhangi bir yerde bir kötülük yapıldığı zaman önce elle, sonra dille o kötülüğe engel olmamızı, şâyet bu yönde bir müdahaleye güç yetiremezsek o zaman da kalben buğz etmemizi / kalbimizle itiraz etmemizi bize emretmiştir. (Müslim, Tirmizi) Buna göre başkalarının fitnesine engel olmak için gücümüz dâhilindeki meşru vâsıtaları devreye sokmadığımız zaman ona rızâ göstermiş olacağımızdan başkalarının suçlarından da sorumlu tutulacağız demektir. (ayrıca bk. Nisâ 4/140) Çünkü olumsuz bir sosyal olgu olan ‘aldırışsızlık’ işlenmiş bir fiil gibi suç olarak telâkki edilmektedir. Bir başka deyişle fitne ve kötülüğe karşı müdâhaleden çekinmek, pasif bir suç ortaklığı sayılmaktadır. (M. DEMİRCİ, 1/539)
Hadis: Zeynep b. Cahş (r) Rasûlullah (s)’e ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, sâlih kimseler aramızda bulunduğu hâlde helâk edilir miyiz? Diye sorunca Efendimiz: ‘Evet, kötülük yaygınlaşacak olursa’ diye cevap vermiştir. (Buhâri, Müsşim’den Ö. ÇELİK, 2/318)
Hadis: Peygamberimiz (s) ‘Kardeşine zâlim olsun, mazlum olsun yardım et’ buyurur. Bunun üzerine sahâbe ‘Yâ Rasûlâllah! Mazlum olan kişiye yardım edebiliriz, fakat zâlime nasıl yardım edeceğiz?’ diye sorar. Hz. Peygamber (s) ‘Zâlimin iki elini tutar, zulmüne engel olursun’ buyurur. (Buhâri Mezâlim 4, İ. KARAGÖZ 3/37)
Hadis: ‘Bir toplumda günah fiiller işlenir, toplumun bunu değiştirmeye gücü yettiği hâlde değiştirmezlerse, Allah en yakın zamanda o toplumu cezalandırır.’ (Ebû Dâvud Melâhim 17; İ. KARAGÖZ 3/38)
8/26-30. HIYÂNET ETMEMEK
26. (Ey müminler!) O zamanı da hatırlayın ki yeryüzünde (Mekke’de) zayıf ve (aşağı) görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi kapıp (esir) götürmesinden korkuyordunuz. (Allah) sizi (Medîne’de) barındırdı, yardımıyla sizi destekledi, şükredesiniz diye temiz / helâl şeylerden size rızık verdi.
27. Ey îman edenler! Allâh’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin, (emirlerininaksiniyapmayın; yoksa) siz, bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.
28. (Ey müminler!) Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Ama (bunlardaİslâmîölçüvegörevlereuyulursa) büyük mükâfâtın Allah katında olduğunu da bilin. [bk. 63/9]
29. Ey îman edenler! Eğer Allâh’a saygı duyup emrine uygun yaşarsanız, size, iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.
30. (Ey Peygamberim!) Hani, vaktiyle o inkâr eden (müşrik)ler, seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyor(lar)dı. Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzaklarının karşılığını veriyordu. Allah, tuzak kuran(larakarşılıkveren)lerin en iyisidir. [krş. 3/54; 10/21]
26-30. (26).‘Daha sonra Allah sizi yerleştirdi.’ Yuva sahibi yaptı. Medîne’ye göç ettirip, iskân eyledi ‘ve sizi yardımıyla güçlendirdi.’ Ensârı size yardımcı yaptı, melekler ile imdat eyledi ve Bedir’de zafer ihsan edip güçlendirdi. ‘helâl ve güzel nîmetlerden size rızıklar ihsan etti.’ Ganimetler nasip etti. Hâsılı o ezilmişlikten ve aşağılanmışlıktankurtarıp, böyleşanlıveşereflibirhayâtageçirdi. ‘ki şükredesiniz’ (ELMALILI, 4/219)
(27).‘Ey îman edenler! Allâh’a ve peygamberine hâinlik etmeyin,’ Îman zimmetinize verilmiş olan ilâhi hükümlere ve Rasûlün sünnetine saygısızlık ve riayetsizlik etmeyin. Bunlar size hayat veren hükümlerdir, onlardan dolayı şükretmekten geri kalmayın, nankörlük etmeyin. Onlara sadâkat ve bağlılıktan ayrılmayın. Dinde lâübâli olmayın, dinin emir ve yasaklarına sırf gösteriş olsun diye uymayın, cân-u gönülden benimseyerek uyun, ganimetten mal kaçırmak veya düşmana gizli sırlar iletmek gibi davranışlarla ahlâkınızı lekelemeyin. Hâsılı dîni görevlerinizi ciddiyet ve samimiyetle yapın. Allah ve Rasûlüne hıyânet ederseniz ‘kendi emânetlerinize hıyânet edersiniz.’ Bir kere Allah ve Rasûlüne hıyânet etmeye başladınız mı artık kendi aranızda da mala, cana, ırza ve nâmûsa hıyânet etmeye başlarsınız. Hakka, hukûka, vatana ve milli görevlere de hâinlik etmeye başlarsınız. ‘ve o hâlde siz bilirsiniz.’ Bile bile hıyânet edenlerden olursunuz. Bundan dolayı da birbirinize olan güveniniz yok olur. Kimsenin kimseye güvenmediği bir toplum olursunuz. Siz kendinizden emin olamazsanız, diğerleri sizden hiç emin olamazlar. O vakit emniyet ve güven büsbütün ortadan kalkar. Başınıza işte o sözü edilen büyük fitneler kopar. (ELMALILI, 4/220, 221)
‘Allâh’a hâinlik etmek’, inkâr etmek, Allâh’a ortak koşmak, münafıklık etmek, dışı içine uymamak, Allâh’ın emir ve yasaklarına aykırı hareket etmektir. Îman eden insan, Allâh’a itaat etmeye söz vermiş demektir. Bu sözüne uymayıp, Allâh’a karşı kulluk görevlerini yapmayanlar, O’nun hakkını çiğnemiş ve O’na hâinlik etmiş olurlar. ‘Peygambere ihânet etmek’, O’na ve Allâh’a itaat etmemektir. Peygambere ihânet ile Allâh’a ihânet aynı değerde bir vebâldir. Çünkü Peygambere ihânet eden, Allâh’a ihânet etmiş, Peygambere itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur. (..) Günümüzde Peygamberin tebliğ ettiği Kur’an ve sünnetin ilkelerini uygulamayanlar, Peygamberi örnek, rehber ve önder edinmeyenler, başka ilkeleri İslâm’a tercih edenler, nefislerine ve şeytana uyanlar, İslâm’ı kabul etmeyenlerin düşüncelerini benimseyip baş tâcı edenler de aynı şekilde Peygambere ihânet etmiş olurlar. (İ. KARAGÖZ 3/43)
Hıyânet, ahlâki bir kusur, ayıp bir davranış ve büyük günahtır. (Ebû Dâvud). ‘Şüphesiz Allah, hâinleri sevmez.’ (8/58). ‘Doğrusu Allah, hiçbir hâini, nankörü sevmez.’ (22/38) anlamındaki âyetler bunun delilidir. İhânet etmek, dînen kötü bir davranış ve yasak olduğu gibi, hâinlere destek vermek ve onları savunmak da kötü bir davranış ve yasaktır. (4/105, 107; 40/19; İ. KARAGÖZ 3/43).
‘bile bile kendi emânetlerinize de hâinlik etmeyin.’ Bilindiği gibi, düşman her söylenen sözden yararlanır. O hâlde Müslüman devletinin ve cemaatinin sırlarını kendine emânet olarak kabul etmeli, bunu açıklamamalıdır. Bilhassa bu bile bile yapılmamalıdır. (S. HAVVÂ, 5/509)
Bilesin ki hıyânet çeşit çeşittir. Meselâ farzlar ve sünnetler, vakitlerinde edâsı Allâh’ın kullarına emânet ettiği amellerdir. Vücut ve ona âit uzuvlar ve kuvvetler emânettir. Âile, çocuklar ve mallar birer emanettir. Sultanlık, vezirlik, emirlik, hâkimlik, … birer emânettir. (İ. H. BURSEVİ, 7/81)
İnsanlar arasında güvene dayalı alış veriş ve diğer ilişkilerde güveni kötüye kullananlar, başkalarının bilmeme ve görmemelerinden yararlanarak haklarını çiğneyenler de hemcinslerine hıyânet etmiş olurlar. Hıyânet, bir ahlâki kusurdur, ayıptır, yerine göre günahtır ve İslâm’da şiddetle yasaklanmıştır. (KUR’AN YOLU, 2/682)
(28).‘Hem bilin ki, mallarınız da, çocuklarınız da ancak birer imtihandır.’ Önceki âyette hıyâneti yasaklayan Allah Teâlâ, insanı buna iten sebebin o mal ve evlât sevgisi olduğuna dikkat çekmektedir. Görmez misin ki, Ebu Lübâbe’yi Kurayzaoğulları arasında bulunan malı, âilesi ve çocukları, bu şeye sevk etmişti. Bunlar sebebi ile Kureyzaoğlullarına sır verip Müslümanlara ihânet etmişti. (İ. H. BURSEVİ, 7/79) Sonra da bu yaptığını Müslümanlara hıyânet sayarak pişman oldu, kendini mescidin direğine bağladı ve bağışlanmasına kadar açlık grevi yapacağını söyledi. Dokuz gün bağlı ve aç yaşadı. Sonra Hz. Peygamber onun bağışlandığını açıkladı, elleriyle çözdü. O da kefâret olsun diye bütün malını bağışlamak istedi, Rasûlullâh’ın tavsiyesi üzerine bunu üçte bire indirdi. Açıklanan âyetin bu veya buna benzer başka olaylar üzerine nâzil olduğuna dâir rivâyetler de vardır. (Kurtubi, İbn Kesir’den KUR’AN YOLU, 2/682)
İslâm beş değerin korunmasına büyük önem vermiştir. Bu değerler: hayat, din, mal, nesil ve akıldır. Mal ve nesil bir yandan korunması dinin hedefleri arasına girmiş, bir yandan da müminler için imtihan araçlarıdır. (..) Mal ve servetle ilgili âyetlerde bunların ‘dünyâ hayâtının zineti’ (18/46) olduğu bildirilmiş, ‘müminleri mal ve çocukların Allâh’ı anmaktan alıkoymaması istenmiş’ (63/9) ‘eşlerin ve çocukların bir kısmının insana düşman olabileceği’ gerçeği hatırlatılmış, bunun da bir imtihan aracı olduğu tekrarlanmıştır. ( 64/14, 15) (KUR’AN YOLU, 2/682)
(29).‘Ey îman edenler! Eğer Allâh’a saygı duyup emrine uygun yaşarsanız size, iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayş verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar.’ Bu âyette, takvânın üç meyvesinden söz edilmektedir: (a) İnsanda iyi, güzel ve doğruyu, kötü, çirkin ve yanlıştan ayırmasını sağlayan akıl, sezgi gücü ve vicdan ölçütü hâsıl etmesi,(H. T. FEYİZLİ) (b) Takva sâhiplerinin günahlarını örtmesi, (c) ve onları bağışlaması. (KUR’AN YOLU, 2/683)
Hadid 28’deki âyete göre, Takvâ, kalbi nûrlandırır, göğsü genişletir, ilim ve marifeti artırır. (M. A. SÂBÛNİ, 1/465)
(30).‘..onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında tuzaklarını savuşturuyordu.’ Önce onlara yaptıkları mekirden / tuzaktan bir ümit verir, sonra da tuzaklarını boşa çıkarır, kendi başlarına geçirir. Nitekim onlara mekir yapmaları / tuzak kurmaları için müsaade etti, uğraştırdı, yordu; fakat bütün çabalarını sonuçsuz bırakıp gizlice Hz. Peygamber’in hicretini sağlayıverdi. Sönra onlara ümit verip Bedir’e kadar getirdi, Müslümanları gözlerine az gösterdi, onlar da hemen saldırıya geçtiler ve göreceklerini gördüler. İşte Allah böyle tuzağa karşı tuzağı boşa çıkarır. (ELMALILI, 4/225)
‘Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzaklarının karşılığını veriyordu. Mekke müşrikleri 622 m. Tarihinde, İslâm’ın Medîne’ye yayılmasını önlemek için Darü’n Nedve’de toplanarak bir suikast planı hazırlamıştı. Buna göre (a) Hz. Peygamber, ölünceye kadar havasız bir yerde hapsedilecek, (b) Sürgün edilecek, (c) Her kabileden seçilecek gençlerin kılıçları ile öldürülecek, böylece kanı kabileler arasında kaybolup gidecekti. Ebu Cehil’in önerdiği bu son teklif kabul adilmiş, ancak Cebrâil (a.s.) durumu bildirdiği için, hicret gecesi, suikast yapılacak yatağa Hz. Ali yatmıştı. Böylece düşmanın tuzağı etkisiz kalmıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/307)
8/31-40 MÜŞRİKLERİN YANLIŞ DAVRANIŞLARI
31. Âyetlerimiz müşriklere okunduğu zaman: “İşittik, eğer istesek elbette bunun aynısını biz de söylerdik! Bu eskilerin masallarından başkası değildir.” dediler. [krş. 6/25]
32. (Müşrikler) bir zaman da: “Ey Allâh’ım! Eğer bu (Kitap), gerçek olarak senin katından ise gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı bir azap ver.” demişlerdi.
33. (Ey Peygamberim!) Sen, onların aralarında iken Allah, onlara azap edecek değildir. Onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildir. [bk. 8/24; 49/7]
34. Müşrikler, Mescid-i Haram’ın velileri ve mütevellileri olmadıkları hâlde (müminlerin) Mescid-i Haram’da (ibâdet etmelerine) engel olurlarken, Allah onlara ne diye azap etmesin? Mescid-i Haram’ın gerçek velileri ve mütevellileri ancak (emir ve yasaklarına riâyet ederek) Allâh’a karşı gelmekten sakınan müminlerdir. Fakat müşriklerin çoğu bilmezler. (2/217, 9/11-18).
35. Onların Beyt(ullah) yanında tapınmaları / duâları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibârettir. “O hâlde (eymüşrikler!) İnkâr ettikleriniz yüzünden tadın azâbı!” (denilir.)
36. Şüphesiz küfre sapanlar, Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar ve daha da harcayacaklar. Sonra o (mallar), kendilerine bir pişmanlık olacaktır. Sonra onlar yenilecek (gayelerineerişemeyecek)ler ve küfür(lerindeısrar) edenler, cehenneme sevk edileceklerdir.[bk. 2/217; 4/76]
37. (Bütünbunlar) Allâh’ın murdarı temizden, (kâfirgrubunumü’minden) ayırması, murdarın hepsini birbiri üzerine yığması ve cehenneme koyması içindir. İşte (dünyâveâhirette) hüsranda olan / kendilerine yazık edenler onlardır.
38. (Ey Peygamberim!) O inkâra sapanlara söyle: “(İnkârvedüşmanlığa) son verirlerse, (Müslüman olurlarsa) kendilerinin geçmiş (günah)ları bağışlanır. (Düşmanlığa / savaşa) dönerlerse, öncekilerin (başlarınagelenAllâh’ınfelâket) kânûnu, elbette (bunlarınbaşındanda) geçmiş olacaktır.”
39. (Ey müminler!) hiçbir fitne (şirk ve küfür) kalmayıncaya ve dinin (kısıtlamasız) tamâmı Allâh’ın (buyurduğuşekilde) oluncaya kadar (sizinle savaşan kâfirlerle) savaşın. Eğer (onlarşirkveinkârlarına) son verirlerse (bırakın). Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını hakkıyla görendir. [bk. 2/193; 3/85; 4/76]
40. (Ey müminler!) Yok eğer (îmandan) yüz çevirirler (düşmanlıkyaparlar)sa, artık bilin ki Allah sizin Mevlânız (sahibiniz)dir. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!
31-40. (31).‘..İşittik, eğer istesek elbette bunun aynısını biz de söylerdik’ Müşrikler, kibirleri ve inatları nedeniyle: Bu sözü işittik, isteseydik biz de aynısını söylerdik’ dediler. (..) ‘Bu eskilerin masallarından başkası değildir’ dediler.’ Müşrikler, bu söylediklerin, okuduğun Kur’an, geçmiş ümmetlerin yalan, bâtıl ve hikâye / masallarıdır demekteydiler. (M. A. SÂBÛNİ, 1/466)
Okunan Kur’ân’ı dinleyen, benzerini biz de söyleriz diyen ve Kur’an’ı Hz. Muhammed (s)’in uydurduğunu söyleyen müşriklere Kur’ân’ın bir benzerini getirmeleri istendi, getiremediler. (52/33-34) Kur’an sûrelerine benzer on sûre getirmeleri istendi, getiremediler. (11/13) Bir tek sûre getirmeleri istendi (2/23), yine getiremediler. (10/38) Getirmeleri de mümkün değildi. Bundan sonra da mümkün olmayacaktır. (İ. KARAGÖZ 3/49)
Müşriklerin azılılarından Nadr b. Hâris, İran’a giderek Acem masal ve destanlarını öğrenmiş, acem masallarını ileri sürerek ‘İşte Kur’an benzeri kitap, o da geçmişlerin masalı, bu da! Dedi / demişti. (KUR’AN YOLU, 2/687)
(32).‘Yine bir zaman da ‘Ey Allâh’ım eğer bu (kitap) gerçek olarak senin katından ise, gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı bir azap ver’ demişlerdi.’ YâniKur’an–ıKerim, hakkın ifâdesi ise onu inkâr ettiğimiz için – Fil ashâbına yaptığın gibi – bizleri de gökten yağan taşlarla cezâlandır. (..) Bu (sözleri) onların cahilliklerinden, yalan, inat ve kibirlerinden kaynaklanmaktadır. Onlar, ‘Allâh’ım bu senin katından gelmiş bir hak ise, bizi ona ulaştırmaya başarılı kıl’ diyecekleri yerde, bu tür sözleri söyleme gafletini göstermişlerdir. (S. HAVVÂ, 6/13)
(33).Enes bin Mâlik (r)’in haber verdiğine göre Ebû Cehil: ‘Allâh’ım eğer Muhammed ve getirdiği Kur’an senin gönderdiğin bir gerçek isegökten başımıza taş yağdır veya bizi elim bir azâba uğrat’ dedi. Bunun üzerine: ‘Rasûlüm, sen onların arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir.’ (Enfâl 8/33) âyetleri indi. (Buhâri, Müslim’den Ö. ÇELİK, 2/326)
(Bu âyet) müşriklerin ve diğer günahkâr toplumların toplu helâkten, ilâhi azap ve intikam tecellilerinden uzak kalabilmelerinin iki önemli sebebi üzerinde durur: (1) ‘Halbuki sen, onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildi.’ Çünkü azap geldiğinde, herkesi kaplar. Hiçbir ümmete içlerinden peygamberleri ve müminler çıkarılmadan azap edilmemiştir. Âyette Nebi (s)’i ululama ve saygısını koruma vardır. Allah onu, âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Rahmet ile azap bir birine zıttır. İki zıt ise, bir arada bulunmaz. (İ. H. BURSEVİ, 7/97, 98) (2) ‘ve onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildir.’ Burada kasdedilen, hicrete güç yetiremeyip, müşrikler arasında kalan çâresiz müminlerin istiğfârıdır. (İ. H. BURSEVİ, 7/98)
(34).‘Müşrikler, Mescid-i Haram’ın velileri ve mütevellileri olmadıkları hâlde (müminlerin) Mescid-i Haram’da (ibâdet etmelerine) engel olurlarken, Allah onlara ne diye azap etmesin?’ Mekkeli müşrikler, müminlerin Kâbe’de tavaf etmelerine, Mescid-i Haram’da namaz kılmalarına engel oluyorlardı. Çünkü müşrikler, kendilerini Kâbe’nin ve Mescid-i Harâm’ın sâhipleri, koruyup kollayıcıları ve velîleri olarak görüyorlardı. (..) Mescid-i Harâm’ın velîleri, yöneticileri, koruyup kollayıcıları müşrikler değil, takvâlı müminlerdir. Müşrikler, Kâbe’yi tavaf ediyor, Mescid-i Haram’da duâ ve ibâdet ediyorlardı. Ancak îmanları olmadığı ve ibâdetleri de ilâhi irâdeye uygun yapmadığı için kabul görmüyordu. Müslümanlar, Mekke’ye hâkim olduktan sonra müşriklerin Mescid–i Harâm’a gelmeleri yasaklandı. (9/28; İ. KARAGÖZ 3/51, 52)
(35).‘Onların Beyt(ullah) yanındaki ibâdetleri / duâları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.’ Namaz bütün Peygamberlerin tebliğinde var olan evrensel bir ibâdettir. Mekke’li müşriklerde oruç, hac ve namaz gibi hak dinden kalmaibâdetler vardı, ancak aslî sâfiyeti bozulmuştu. Müşrikler Kâbe’yi çırılçıplak tavaf ederler, tavaf esnâsında ıslık çalıp el çırparlar, bunu ibâdet sayarlardı. Âyette müşriklerin bu ibâdet anlayışı eleştirilmekte ve bunun Allah katında bir değerinin olmadığı bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 3/52)
İbn Ömer (r) şöyle der: Müşrikler yanaklarını yere değdirerek ıslık çalıyor, alkış tutuyorlardı. Bu olay, günümüzde ‘İslâm ülkeleri (!)’ adı verilen birçok ülkede yanaklarını kapı eşiklerine, mevki ve makam sâhiplerinin ayaklarına sürten çalgıcıları, dalkavuk alkışçıları ve şamatacıları hatırlatmaktadır insana. İşte bu, değişik şekillerde ortaya çıkan aynı câhiliyedir. Ve bu câhiliye, bir kez daha en büyük ve en açık şekliyle ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde kulların ilâhlık ileri sürmesi, insanların hayâtına hükmetmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu olay gerçekleşti mi, diğer câhiliye şekilleri bunu izler ve bunlar sâdece bu büyük cahiliyenin bir ayrıntısı niteliğindedirler. (S. KUTUB, 5/85)
(36).‘Şüphesiz ki küfre sapanlar, Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar ve daha da harcayacaklar. Sonra o (mallar), kendilerine bir pişmanlık olacaktır.’ Bu âyet-i kerîmede mü’minlere ikaz ve tembih vardır. Şöyle ki: Bedir ve Uhud gazvelerinde olduğu gibi, her devirde kâfirler, müşrikler, münâfıklar ve bütün bunların yandaşları; müslümanların gelişme göstermesinden hep huzursuz olacaklar, İslâm’ı silmek ve müslümanları sindirmek, aynı zamanda ilkel veya modern putperestliği yaymak için bir araya gelip güç ve paralarını sarf edeceklerdir. Çünkü kâfir gruplar, müslümanların câhiliye/müşrik/putperest yaşantıya dönmesini ister ve bunu planlarlar. (..) [bk. 5/50] (H. T. FEYİZLİ, 1/180)
‘Sonra bu harcamalar kendilerine bir pişmanlık olacak’ cümlesi ile müşriklerin bütün saldırılarının yenilgiyle, pişmanlıkla ve altından kalkamayacakları büyük zararlarla sonuçlanacağını ifâde eder. Gerçekten de öyle olmuştur. Müşrikler hiçbir savaşta başarılı olamamışlar ve İslâm’ın nûrunu söndürememişler, Mekke’nin fethiyle tamamen yok olmuşlardır. (İ. KARAGÖZ 3/53, 54)
(37).‘Allah murdarı’ yâni murdar olan kâfirleri ‘temizden’ temiz kesim olan müminlerden ‘ayırd etsin.’ Yâni cehenneme küfredenlerin toplanmalarının sebebi bu ayırımın gerçekleşmesi içindir. (S. HAVVÂ, 6/22)
‘Sonra da yenilgiye uğrayacaklardır.’ Nihâyet (kâfirler) bozguna uğrayacaklardır. İşte bu, Kur’ân-ı Kerim’in mûcizelerinden birisidir. Çünkü bu olay gerçekleşmeden önce durumu haber vermiş ve aynen haber verdiği gibi çıkmıştır. (S. HAVVÂ, 6/21)
(38).‘(Ey Peygamberim!) O küfre sapanlara söyle (inkârvedüşmanlığa) son verirlerse (İslâma girerlerse), kendilerinin geçmiş (günah)ları bağışlanır.’ Âyet-i kerîme, kâfirler küfründen vazgeçip İslâm’a girdikleri takdirde geçmişteki küfür ve günahlarının bağışlanacağına da delildir. Nitekim Ebû Hanîfe, mürted Müslüman olduğu takdirde dinden çıkma süresinde terk ettiği ibâdetlerini kaza etmesi gerekmez, şeklindeki görüşüne de bu buyruğu delil göstermiştir. (S. HAVVÂ, 6/23)
Hidâyete erenin önceki yapıp ettikleri ne olacak? Allah kendi haklarını bağışlar. Hidâyete eren kulunu, daha önce yaptıklarından sorumlu tutmaz. Kul haklarına gelince, bunların maddi bakımdan telâfisi yoluna gidilir, zararlar ödettirilir, haksız yoldan elde edilen mallar sâhiplerine iâde edilir, tüketilmiş olanlar bedeli ödettirilir. (KUR’AN YOLU, 2/689)
‘De ki’ emri, peygamberimizin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Kendilerine söylenmesi ve anlatılması gerekenler kâfirler, emredilmesi istenen şey ise îman ve İslâmdır. Her Müslümanın imkânı nispetinde İslâmı anlatması dînî görevidir. (İ. KARAGÖZ 3/55)
Hadis: ‘Bilmez misin ki İslâm kendisinden öncekileri siler, hicret de kendisinden öncekileri siler, hac da kendisinden öncekileri siler.’ (Müslim Îman 192’den Ö. ÇELİK, 2/330)
‘tekrar dönerlerse, öncekilerin sünneti muhakkak devam etmiş olacaktır.’ Eğer seni öldürmeye ve yalanlamaya tekrar dönerlerse, peygamberlerimi yalanlayanları helâk ettiğimiz gibi, onlara da böylece aynı işlemi yaparız. Bu çok şiddetli bir tehdittir, kibir ve inatlarından vaz geçmedikleri takdirde. (M. A. SÂBÛNİ, 1/467)
(39).‘(Ortalıkta) hiçbir fitne kalmayıncaya ve dînin tamâmı Allâh’ın (buyurduğuşekilde) oluncaya kadar savaşın.’ Kur’ân-ı Kerim savaşın en önemli bir sebebi olarak fitneyi zikreder. Fitne; küfür, şirk, nifak, fısk, zulüm ve bunları doğuran, ayrıca bunların sebep olduğu ortam, kargaşa, anarşi ve kaos demektir. Cenâb-ı Hak ise sürekli genel barışı, adâleti, emniyeti, îmânı ve kendine teslimiyeti ister. Bu sebeple fitne kalmayıp din bütünüyle Allâh’ın oluncaya kadar savaşmak, Müslümanların en mukaddes ve hayâti görevleridir. Bu görev kıyâmete kadar sürecektir. (..) Bu savaşın hedefi, Hak dini gâlip kılmak; hâkimiyetin sâdece Allâh’ın olmasını sağlamak; Allâh’ın kullarını başkalarının mahkûmu yapan bâtıl dinleri yıkmak ve insanların fitne ve eziyetle Allah’tan başkasına boyun eğmeye zorlanmasına mâni olmaktır. Bu hususta Müslümanların sâhibi, yardımcı ve destekçisi şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. (Bakara 2/193; Ö. ÇELİK, 2/331)
Yâni müminler üzerindeki her türlü bâtıl inanç ve hayat düzeninin son bulması, ya da bâtıl inanç sâhiplerinin İslâm’a boyun eğmesi ile onlar arasında İslâm dini kalıncaya kadar, en yüce söz onun sözü oluncaya kadar, kâfirlerle savaşın. (..) İslâm’da savaşın nihâi hedefi, Allâh’ın adının en yüksek olacağı ve egemenliğin Müslümanların elinde bulunacağı konuma ulaşmaktır. Bundan maksat, İslâm’ın uygulama emirlerini ve uygulama hürriyeti ile ilgili engel ve otoritenin kalmamasını sağlamaktır. (S. HAVVÂ, 6/24, 30)
Yüce Allah bu âyette, müminlerin kendilerine savaş açan müşriklerle Mekke, Medîne ve civârında şirk ortadan kalkıncaya ve İslâm hâkim oluncaya kadar savaşmalarını emretmektedir. Bu ilâhi emir yerine gelmiş, Hicaz bölgesi şirkten temizlenmiş ve bölgeye Allâh’ın dîni İslâm hâkim olmuştur. Peygamberimiz (s)’in ‘Ben Allah’tan başka ilâh yoktur deyinceye kadar müşriklerle savaşmakla emredildim’ (Müslim) sözünün anlamı budur. (..) Müşriklerle savaş emrinin asıl hedefi, fitne yâni şirk ve küfrün, baskı ve şiddetin kalmamasıdır. Âyeti, dünyâda bütün insanlar Müslüman oluncaya ve ve yeryüzünde İslâm hâkim oluncaya kadar savaşılması gerekir diye anlamak, Kur’an esaslarıyla uygun olmaz. Çünkü insanları savaşarak Müslüman yapmak mümkün değildir. Bu husus Kur’an’da açıkça ifâde edilmektedir. (18/29, 49/14; İ. KARAGÖZ 3/57)
Kur’ân’a bütün olarak baktığımız zaman, İslâm’da savaşın değil, barışın esas olduğunu, saldırı olmadıkça savaşılmaması, Müslümanlara saldırı ve savaş açıldığı zamansavaşılması ve savaştan kaçınılmaması (8/15-16) ve karşı taraf savaşı bırakırsa savaşın bırakılması gerektiğini anlarız. (..) İslâmda savaş değil, barış esastır. Saldırı olmadıkça savaşılmaz, Savaş açıldığı ve saldırı olduğu, fitne ve terör olduğu zaman savaşmak farz olur. (İ. KARAGÖZ 3/57)
8/41 GANÎMET
41. (Ey müminler!) Bilesiniz ki (savaşta) ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allâh’ın (nâmına), Rasûl’ün, onun yakınların(ın), yetimlerin, yoksulların ve (fakirkalmış) yolcunun hakkıdır. Eğer Allâh’a ve hakkın bâtıldan ayrıldığı o gün, iki topluluğun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (âyetler)e inanmışsanız (böyletaksimedin). Allah herşeye hakkıyla kâdirdir.
41-41. ‘Bilin ki, ganîmet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allâh’a, Rasûlüne, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara âittir.’ Elde edilen tüm ganîmetler beşe bölünür: Beşte biri Allah hakkıdır. Bu da ayrıca (kendi içinde) beşe bölünerek, (a) Peygamber, (b) Hz. Peygamberle hısımlığı bulunanlar, (c) Yetimler, (d) Yoksullar, (e) Yolda kalmışlar arasında paylaştırılır. (..) Geriye kalan beşte dördü de bizzat savaşa katılanlara paylaştırılır. Savaşa yaya olarak katılanlara bir pay, binitiyle katılanlara iki pay verilir. Komutan da normal savaşçı gibi tek kişi sayılır. (..) Bizzat savaşa katılmadığı hâlde, yardım için bekletilen güçlere, savaşa yardım eden kadınlara, çocuklara, zimmilere, gazilerin paylarından daha az miktar ganimet verilir. (H. DÖNDÜREN, 1/328)
Ganîmet, (..) din dilinde savaşta gayrimüslimlerden elde edilen her türlü mal, ürün ve esirler anlamındadır. Savaşta kâfirlerden alınan savaş esirleri, arâzi ve menkul mallar ganimettir. Ganîmet, ümmet-i Muhammed’e helâl kılınmıştır. (Müslim, İ. KARAGÖZ 3/59)
Savaş, ganîmet için yapılmaz. Allâh’ın adını yüceltmek, küfrün üstünlüğüne son vermek, İslâm’ın adâletini götürmek için yapılır. (H. DÖNDÜREN, 1/328)
8/42-44 BEDİR’DE İKİ ORDU KARŞI KARŞIYA
42. (Ey müminler!) O vakit (Bedir’de) siz vâdinin (Medîne’ye) en yakın yamacında, onlar, vâdinin uzak yamacında (Mekketarafında) idiler. (Mekkeliler’eâit) kervan kâfilesi de sizden daha aşağıda idi. Eğer (savaşiçinonlarlabiryerdebuluşmaya) sözleşmiş olsaydınız, mutlaka belirlenen yer hakkında anlaşmazlığa düşerdiniz. Fakat Allah, yapıl(masıtakdiredil)miş bir emri yerine getirmek için (siziböylebelirliyervevakittetoplamış)tır ki; (burada) helâk olan kimse, açık bir delil (vemûcizeyigördük)ten sonra helâk olsun, yaşayan da açık bir delil (vemûcizeileİslâm’ınüstünlüğünügözüylegördük)ten sonra yaşasın. Şüphesiz ki Allah (herşeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
43. (Ey Peygamberim!) Hani Allah, uykunda onları sana (sayıca) az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, korkup gevşerdiniz ve (buişhakkındaelbette) ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah (sizibundan) kurtardı. Çünkü O, gönüllerde olanı hakkıyla bilendir.
44. (Ey müminler!) O vakit düşmanla karşılaştığınız sırada Allah, olması mukadder olan işi (onlarınmağlubiyetini) gerçekleştirmek için, gözlerinizde onları size az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. (Bilinki) bütün işler, ancak Allâh’a döndürülecektir (sonkararO’naâittir).
42-44. (42).‘İki birlik karşılaştığı sırada siz vâdinin (Medine’ye) daha yakın yamacında idiniz, onlar ise daha uzak olan yamaçta idiler’ Bedir günü Mekke’lilerin daha önce gelip yerleştikleri yer hareket için daha uygun, kumsuz ve sağlam zeminli idi. Müslümanların mecbûren mevzilendikleri yer kumlu idi, hareket kâbiliyetini zorlaştırıyordu. Allah Teâlâ yağmur yağdırdı. Bunun sonucunda kum pekişti, ihtiyaç duyulan su çoğaldı. Bu yağmur karşı tarafın mevzilerinde çamur yaptı. Bu durum, Allâh’ın olağan üstü yardımları idi. (KUR’AN YOLU, 2/693)
(43).‘Hani Allah uykunda’ rüyanda ‘onları sana az gösteriyordu’ Çünkü şânı yüce Allah Rasûlüne rüyâsında kendilerini az göstermiş, o da ashâbına bunu böylece bildirmişti. Bu ise onların düşmanlarına karşı cesâretlerini daha da artırmıştı. ‘Eğer sana onları çok göstermiş olsaydı, elbette çekinecek’ korkacak, üzerlerine gitmekten çekinecektiniz ‘ve iş hakkında çekişecektiniz.’ Savaş konusunda birbirinizle anlaşmazlık ortaya çıkacak, sebat göstermeklekaçmak arasında tereddüt geçirecektiniz. ‘Fakat Allah kurtardı.’ Yâni Allah dağılmaktan, anlaşmazlıktan, görüş ayrılığından kurtarmak suretiyle size ihsanda bulundu, korudu. (S. HAVVÂ, 6/26)
(44).‘Sizi de onların gözünde azaltıyordu.’ Nitekim Ebu Cehil o sırada, Muhammet ve ashâbı ‘bir deve yiyimi’ yâni ‘bir lokmacık’ demişti. Bu henüz savaş başlamadan, cüretlerini artırmak, kıtâle / vuruşmaya çattırmak içindi. Savaş başladıktan sonra, gözlerinde müminleri birden bire büyütmüş, çoğaltıvermişti. Âl-i İmran sûresinde de geçtiği üzere, ‘Göz görüşüyle kendilerinin iki katı kadar görünüyorlardı’. , yâni 313 kişi olan Müslümanları 2 000 kişi gibi görüyorlardı. Kalplerine korku giriyor, ödleri kopuyordu. (ELMALILI, 4/235, 236)
Böylece Bedir’de iki taraf çözülmeyip birbirini gözlerine kestirmişti. Fakat savaş başlayınca artık îmanlılar, îmansızların gözünde iki misli fazla gözükmüştü ki netice gâlibiyetle sonuçlandı. (H. T. FEYİZLİ, 1/181)
8/45-49 SAVAŞTA BAŞARININ SEBEPLERİ
45. Ey îman edenler! (Sizinlesavaşacak) bir toplumla karşılaştığınız zaman sebat edin, Allâh’ı çok zikredin ki umduğunuza kavuşur / kurtuluşa erersiniz.
46. (Eyîmanedenler!) Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkaklaşırsınız da rüzgârınız kesilir (kuvvetvedevletinizeldengider). Bunun için sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle berâberdir.
47. (Ey müminler!) Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve (insanlarıçeşitliusullerle) Allah yolundan alıkoyan (Mekke müşrik)leri gibi olmayın. Allah, onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatan (kötüniyetlerinibaşlarınageçiren)dir.
48. (Ey müminler!) O zaman (Bedir’de) şeytan onlara yaptıklarını süsle(yipgüzelgöster)miş ve (müşriklere): “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yok, ben de kesinlikle sizin yanınızdayım.” demişti. (Fakat) iki topluluk birbirini görecek hâle gelip karşılaşınca (şeytan), gerisin geriye dönüp: “Artık ben, kesinlikle sizden uzağım, üstelik ben sizin görmediğiniz (melekler)i görüyorum ve ben Allah’tan korkuyorum, çünkü Allah cezâsı çok şiddetli olandır.” dedi.
49. Yine o zaman münâfıklar ve kalplerinde (inkârveşüpheden) bir hastalık bulunanlar, (sizinazlığınızabakarak): “Bunları, dinleri aldattı (yenilirler).” diyorlardı. Hâlbuki kim Allâh’a güvenip dayanırsa, şüphesiz Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
45-49. (45).‘(Sizinlesavaşacak) bir toplumla karşılaştığınız zaman sebat edin, Allâh’ı çok zikredin ki…’ Saldırı, baskı, zulüm ve benzeri herhangi bir sebeple savaş ilân edildiği zaman, hastalık ve engellilik gibi (48/17) geçerli bir mâzeret olmadığı sürece toplumu yönetenler tarafından savaşa çağırılanların bu savaşa katılmaları farz, savaştan kaçmak ise büyük günahtır. Savaşılacak olan düşman ordusunun çokluğu vr zorluğu savaşa katılmaya engel değildir. (..) Günümüzde savaşlar, daha çok savaş araç – gereçleri ve savaş taktikleri ile yapılmakta ve kazanılmaktadır. Onun için yüce Allah, savaş araç – gereçlerini hazırlamalarını istemektedir. (8/60). İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş bir ordu, sayıca kendisinden daha çok ve üstün orduları yenebilir. Târihte bunun pekçok örneği vardır. (İ. KARAGÖZ 3/66)
Bu âyetler ve 60’ncı âyette başarının altın kuralları şöyle sayılmıştır: (a) Harekette sebat ve istikrar, (b) Allâh’ı devamlı anmak ve aslâ unutmamak, (c) Allah ve Rasûlü’ne itaat, (d) Birlik ve berâberliği korumak, (e) Düşmana karşı caydırıcı güç edinmek, (f) Başarının gerektirdiği kadar hazırlık ve sabırlı olmak. (KUR’AN YOLU, 2/697)
(46).‘Allâh’a ve O’nun Rasûlü’ne itaat ediniz, aranızda çekişip birbirinize düşmeyiniz, aksi hâlde gücünüz elden gider. Eğer sabrederseniz (bilin ki) Allah sabredenlerle berâberdir.’ (..) Rîh, aslında rüzgârın ismi olsa da daha çok gücü, kudreti, devlet, heybet ve saltanatı temsil etmektedir. Bilindiği gibi zafer de zâten tüm bu unsurların bir sonucudur. Demek ki zafer ancak, güç, kudret ve heybet sâhibinin elde edeceği bir neticedir. Buna göre savaşlarda zafere ulaşmak için Allah Teâlâ’nın yeryüzü için koymuş olduğu ilâhi kânunlara göre hareket etmek gerekmektedir. O da çalışma ve maddi gücün yanında, ulü’l emre itaat edip ihtilâflardan ve maddi gücü zaafa uğratacak olumsuzluklardan uzak durarak, Allâh’a sığınmak demektir. Aksi hâlde, husûsen savaşlarda ve daha genel anlamda hayâtın tüm alanlarında zafere ulaşmak mümkün değildir. (M. DEMİRCİ, 1/551)
(47).‘Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkan (müşrik)ler ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın.’ Bedir günü müşriklerden böbürlenerek ve insanlara karşı riyakârlık yaparak gelen müşriklerin durumuna benzemeyin, demektir. Savaş için çıkışlarının, şu böbürlenen ve amelleriyle riyâkârlık gösterenler gibi olmaları Müslümanlara yasaklanmaktadır. Bu durum ise onların savaşa çıkışlarında takvâ sâhibi ve Allah’tan haşyetleri sebebiyle üzüntülü ve kederli, amellerini Allah için hâlis kılar hâlde çıkmalarını gerektirmektedir. (S. HAVVÂ, 6/56)
Riyâ yâni gösteriş yapmak: İbâdetlerde gösteriş ‘gizli şirk’ davranışlarda gösteriş ahlâksızlık ve büyük günahtır. İnsanları Allah yolundanyâni İslam dîninden alıkoymak, insanların İslâm’ı öğrenmelerine, Müslüman olmalarına ibâdet etmelerine engel olmak ve dîne karşı çıkmak inkârdır. Yüce Allah ‘(Ey müminler!) Şımarıp böbürlenmek, insanlara gösteriş yapmak ve (insanları) Allah yolu (İslâm)dan alıkoymak için yurtlarından çıkan (Mekke müşrikleri) gibi olmayın’ cümlesi ile bu davranışları müminlere yasaklamaktadır. (İ. KARAGÖZ 3/69)
(48).‘Ne zaman ki iki topluluk birbirleriyle karşılaşıp birbirini yakından gördüler,’ yâni harbe tutuşup göz göze, göğüs göğüse geldiler ve çarpışmaya başladılar; meleklerin, ilâhi ve rûhâni kuvvetlerin müminlerin safında ve imdâdında olduğu gerçeğinin tecellisini görünce şeytan, ‘gerisin geri kaçtı gitti ve ‘ben sizden beriyim, uzağım’ dedi.’ Sizinle hiçbir ilişkim yoktur, başınıza geleceğe karışmam. ‘kesinlikle ben sizin göremeyeceğiniz şeyler görüyorum, gerçekten de ben Allah’tan korkarım.’ ‘Şurası muhakkak ki, ben hakkın karşısında duramam, işin sonu korkunç görünüyor, hâliniz pek yaman olacağa benziyor, karışmam.’ İşte böyle diyerek o şeytan, o gurur ve hayâl, işin tam can alıcı noktasında onlardan uzaklaşıpgidiverdi. (ELMALILI, 4/240)
Hadis: ‘Şeytan, Arefe günü kendisini küçük, aşağılanmış, kovulmuş ve öfkeli gördüğü kadar hiçbir gün görmüş değildir. Bunun sebebi, ilâhi rahmetin sağanak sağanak inişini, Allâh’ın da kulların büyük günahlarını bağışladığını görmesidir. Bundan tek istisnâ Bedir günü gördükleridir.’ ‘Ey Allâh’ın Rasûlü Bedir günü ne gördü ki’ diye sorulunca da ‘O, Cebrâil’i, melekleri savaş için düzene koyarken gördü’ buyurmuştur. (Muvatta’ Hac 245’den, Ö. ÇELİK, 2/339, 340).
(49).‘O zaman münâfıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (siziniçin) ‘Bunları dinleri aldatmış’ diyorlardı.’ Kalpleri çürük olanlar, inkârları zayıflamış olmakla berâber, îman da edememiş bulunan, ikilemde kalmış kimselerdir. (KUR’AN YOLU, 2/699)
8/50-54 BİR MİLLET KENDİSİNİ DEĞİŞTİRMEDİKÇE
50. (Ey Peygamberim!) Melekler, küfre sapanların yüzlerine ve sırtlarına vurarak: “Tadın (cehennemde) yakıcı azâbı!” (diyerek) canlarını alırken (onları) bir görseydin!
51. (Ey kâfirler!) İşte bu (azap, dünyâdaişleyip) kendi kendinize hazırladığınız (günahlar) yüzündendir. Yoksa Allah aslâ kullara zulmedici değildir.
52. (Bumüşriklerin / münâfıklarındurumuda) tıpkı Firavun hânedânının ve onlardan öncekilerin durumu gibidir. (Onlar,) Allâh’ın âyetlerini hiçe sayıp (kendiotoriteveemirlerinihâkimkılıp) küfre sapmışlardı. Allah da günahları sebebiyle onları tutup alıvermişti. Çünkü Allah sonsuz kuvvet sahibidir, cezâsı çok şiddetlidir.
53. Bu (cezâ)nın sebebi şudur: Bir topluluk, kendilerinde bulunan (güzelahlâk)ı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nîmeti / güzel bir durumu değiştirmez. Allah, şüphesiz hakkıyla işitendir, bilendir.
54. (Bunlarındurumuda) tıpkı Firavun âilesinin / adamlarının ve onlardan öncekilerin durumu gibidir. Onlar Rablerinin âyetlerini yalan saydılar; biz de onları günahları sebebiyle imhâ ettik, Firavun (ve) yandaşlarını suda boğduk. Zâten hepsi de zâlimdiler.
50-54. (50).‘Bir görseydin sen hani melekler küfredenlerin canlarını alırken’ Ruhlarını kabzederken ‘yüzlerine ve arkalarına vuruyorlardı.’ İleri doğru atıldıklaında melekler onların yüzlerine, geri dönüp kaçarken de sırtlarına vuruyorlardı ve ‘tadın yakıcı azâbı’ yâni melekler onlara ‘ateş azâbının başlangıcını, ön aşamasını tadınız. Veya onlara şimdiden haber vermek suretiyle ‘âhiretteki azâbı tadınız’ derler, demektir. Burada ‘bir görseydin’ in anlamı ‘sen bunu bir görmüş olsaydın, dehşet verici bir durumla karşılaşmış olurdun’ şeklindedir. (S. HAVVÂ, 6/57)
‘ ve şüphesiz ki Allah, kullarına aslâ zulmedici değildir.’ Yâni, bu azâbınızın iki sebebi vardır: Birisi kâfir olup, günahlar işlemeniz. İkinci sebebi ise, Allâh’ın âdil olmasıdır. Çünkü kâfirlere azap etmek, adâletin kapsamı içerisindedir. (S. HAVVÂ, 6/57)
Hadis: Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Yüce Allah şöyle buyurur: Kullarım, ben zulmü kendime haram kıldım. Sizin aranızda da onu haram kıldım. Sakın birbirinize zulmetmeyiniz.’ (Müslim’den S. HAVVÂ, 6/65)
(52).‘Allâh’ın âyetlerini hiçe sayıp (kendi otorite ve emirlerini hâkim kılıp) küfre sapmışlardı. Allah da günahları sebebiyle onları tutup, alıvermişti.’ Müşriklerin, serbest irâdeleriyle yaptıkları yüzünden cezâlandırılmaları yeni ve onlara özgü bir olay değildir. Firavun hanedânı ve ondan önce gelip geçenler (Nuh, Âd, Semûd kavimleri) aynı şekilde davrandıkları için cezâlarını görmüşlerdir. (KUR’AN YOLU, 2/699)
(53).‘Bu (cezâ)nın sebebi şudur: Bir topluluk, kendilerinde bulunan (güzelahlâk)ı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nîmeti / güzel bir durumu değiştirmez. ‘ Allah kullarına sayısız nimetler vermiştir. Bu nîmetleri vermesinin sebep ve hikmetleri vardır. Allah, verdiği bir nîmeti, kulda bir değişiklik meydana gelmeden geri almaz, zıddı ile değiştirmez. Önce insanlar, Allâh’ın hoşnut olmayacağı şekilde değişirler, nimetin şükrünü yerine getirmezler, şımarırlar. İşte böyle bozulan insanların elinden nimet alınır. Yerine, felâket, mahrûmiyet, sıkıntı verilir. (KUR’AN YOLU, 2/700)
Allah kânûnuna göre fert ve toplum hayâtında iyi veya kötü yönde değişim, insan irâdesi, eylem ve davranışları ile gerçekleşir. İsteye insan, imkân veren ve yaratan Allah’tır. Allah, insan istemeden onu kötü yönde değiştirmez. (İ. KARAGÖZ 3/75)
(54).‘Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı da biz de günahlarından dolayı onları helâk etmiş ve Firavun hânedânını suda boğmuştuk. Hepsi de zâlimdiler.’ Bunların hepsinin ortak bir özelliği vardı: Hepsi zâlim idiler; îman yerine küfrü, kulluk yerine isyânı, şükür yerine nankörlüğü koymuş, böylece kendi helâklerini hazırlamış, sonuç olarak kendilerine zulnetmiş kimseler idiler. (Ö. ÇELİK, 2/342)
Yâni ister Firavun hânedânı isterse de onlardan öncekiler ve Bedir günü müminlerin eliyle azâba uğratmış olduğu Mekke müşrikleri zâlimdiler. (S. HAVVÂ, 6/58)
8/55-61 SAVAŞ VE BARIŞ
55, 56, 57. (Ey Peygamberim!) Allah katında, hareket eden canlı mahlûkâtın en kötüsü, şüphesiz küfre sapanlardır. Artık onlar îman etmezler. (Rasûlüm!) Onlar, (BenîKurayzayahûdileri) kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da hiç çekinmeyerek, her defâsında o antlaşmalarını bozmuş kimselerdir. (Onuniçin) savaşta onları yakalarsan, onlar(avereceğinağırcezâ) ile arkalarındaki kimselere de gözdağı vermiş ol. Ola ki onlar ibret alır(lardaahitlerinibozmaz)lar. [krş. 9/5]
58. (Ey Peygamberim!) Eğer (antlaşmayaptığınbirtopluluğun) hâinlik yapmasından (şüphelenip) korkarsan, sen de doğrudan (veaçıkça) antlaşmayı bozup kendilerine atıver. Çünkü Allah hâinleri sevmez.
59. Ey Peygamberim!) Küfre sapanlar (azâbımızdankurtulup) geçtiklerini aslâ zannetmesinler. Çünkü onlar, (sizi) âciz bırakamazlar.
60. Barışı bozanlara karşı gücünüz yettiği kadar (hertürlü) kuvvetten ve bağlı (besili) atlardan (savaşaraç gereçlerinden) hazırlayın ki onunla Allâh’ın düşmanı, sizin düşmanınız ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allâh’ın bildiği diğer (düşman) kimseleri korkutasınız. Allah yolunda sarf ettiğiniz herşey(inkarşılığı) size eksiksiz ödenir, aslâ haksızlığa uğratılmazsınız. [bk. 2/261]
61. (Ey Peygamberim!) Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de meylet ve Allâh’a güvenip dayan. Çünkü O, (herşeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
55-61. (55).‘.. sonra onlar, her defâsında her sözleşme ve muahede sonrasında sözlerinde durmayıp bozarlar.’ Kureyza Yahûdileri, Hz. Peygamberle anlaşma yapmalarına rağmen Bedir’de düşmana silâh desteği sağlamış ve sonra da ‘unuttuk’ dediler. Yeniden antlaşma yapıldı, yine bozup Hendek savaşında müşriklerle birleştiler. Sonunda Ka’b b. Eşref Mekke’ye giderek, müslümanlar aleyhinde Mekke’liler ile anlaşma yaptı. (H. DÖNDÜREN, 1/329, ELMALILI, 4/246)
‘Bunun için onları savaşta ele geçirirsen onları darmadağın et ki, arkalarında olanlar ibret alsınlar.’ Başkalarına da ibret oluşturacak şekilde onlara helâk edici bir darbe indir. ‘ibret alsınlar’: Geride kalanlar ibret alsınlar. İşte bu Allâh’ın, antlaşmaları bozanlara karşı takınılmasını farz kıldığı tavırdır. Müslümanların böyle bir tavır takınabilmeleri ise, ancak savaş için ileri derecede silâh ile plan ile araç ve eğitim ile hazır olmaları hâlinde mümkün olur. (S. HAVVÂ, 6/59)
(58).‘Bir de şu var ki, bir kavmin hıyânet edeceğinden korkarsan / endişe edersen…’ Yâni kendisiyle antlaşma yaptığın bir kavmin o antlaşmayı bozacağını hisseder, ortada olup bitenlerden ve su yüzüne çıkan belirtilerden bunu kesinlikle anlarsan ve böyle bir hıyânete uğratılacağından korkarsan ‘doğru ve düz bir yoldan açıkça onlara sen de kaldırıp atıver.’ Yâni ahitlerini dosdoğru bir şekilde ve açıkça yüzlerine fırlatıp atıver. (ELMALILI, 4/246)
‘..endişe edersen’ şeklinde çevirdiğimiz fiilin kökü olan havf, korkmak demektir ve burada korkudan maksat, zayıf ihtimâle, delilsiz zanna, kuruntuya bağlı korku değil, gerçek haber ve istihbârâta dayanan korkudur, gerçekleşme ihtimâli çok güçlü olan tehlikedir. Böyle bir durumda düşmanın sözleşmeyi bozarak saldırmalarını beklemek zararlı olabileceği için Müslümanların önce davranarak antlaşmayı bozmalarına izin verilmiş; ancak bu da bir şarta bağlanmıştır. Mealde ‘açıkça’ diye tercüme edilen ‘adâlete riâyet ederek, belli bir süre vererek’ şeklinde de anlaşılmıştır. (KUR’AN YOLU, 2/702)
‘Şüphesiz ki Allah hâinleri sevmez.’ Ahidlerini bozanları sevmez. Böyle bir tavır almak da aynı şekilde Müslümanların savaş için hazırlıklı olmalarını ve düşmanlarını çok iyi ve güçlü bir şekilde gözetlemelerini gerektirmektedir. (S. HAVVÂ, 6/60)
Allah hâinleri sevmez. Allâh’ın birşeyi sevmemesi o şeyin haram ve büyük günah olduğunu ifâde eder. Dolayısıyla hâinlik etmek, ahlâki bir kusur, ayıp bir davranış, büyük günah ve münâfıklığın alâmetlerinden biridir. (Müslim) (..) Verdiği sözü tutmayan, yaptığı sözleşmeye uymayan, maddi ve mânevi emânetlere riâyet etmeyen kimse, hâinlik etmiş olur. Müslüman hâin olamaz. Hâinlik eden insanın dindarlığı yoktur. Hadis: ‘Emânete riâyeti olmayanın îmânı kemâle ermemiştir. Verdiği sözünü tutmayanın da dîni, dindarlığı yoktur.’ (Ahmed, İ. KARAGÖZ 3/78, 79)
(59).‘Küfredenler aslâ öne geçtiklerini sanmasınlar. Çünkü onlar âciz bırakamazlar.’ Ne Allâh’ı, ne seni arkalarından koşup yetişecek olan hak ve adâlet ehlini âciz bırakamazlar, yıldıramazlar. (..) Hâinler ne yaparlarsa yapsınlar hıyânetlerinin cezâsı mutlaka kendilerini bulur ve bulmalıdır. Bundan dolayı bütün olacakları hesâba katarak ve göz önünde bulundurarak öyle antlaşmayı boz. (ELMALILI, 4/247)
(60).‘Siz de onlara (bütün kâfirlere) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın.’ Şânı Yüce Allah, (kâfirlerle) savaşmak maksadıyla güç, imkân ve güç nisbetinde onlarla savaşmak için savaş aletleri hazırlamayı emretmiştir. Âyette geçen kuvvet kelimesinin kapsamı oldukça geniştir. Rasûlullah (s), ‘Haberiniz olsun ki, kuvvet atmaktır’, buyurmuştur. Dolayısı ile bunun kapsamına atış yapılan her türlü top, atom bombası ve daha başka şeyler de girmektedir. (..) ‘ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.’ Yâni savaş maksadıyla sırtlarına binilen at türünden binekleriniz olsun. Bunun kapsamına böylece savaş gemileri, uçaklar, tanklar ve başka türlü silâhlar da girmiş oluyor. (S. HAVVÂ, 6/60)
Hadis: Ukbe b. Âmir (r) anlatuyor: Hz. Peygamber (s)’in minberden şöyle buyurduğunu işittim: ‘Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın. İyi biliniz ve gözünüzü açınız ki, kuvvet atmaktır, uyanık olunuz ki, kuvvet atmaktır, muhakkak ki kuvvet atmaktır.’ (Müslim) Peygamberimiz (s), bu sözü ile ‘kuvvet’ kelimesini ‘atmak’ olarak açıklamıştır ki, bu kelime, cinsiveşeklinekadardeğişirsedeğişsin, her türlü savaş malzemesini ifâde eder. (Müslim İmâre 167; İ. KARAGÖZ 3/81)
(..) Vatanı, milli ve mânevi değerleri, birlik ve berâberliği korumak için karada ve denizde, yerde ve gökte kullanılması gereken ne kadar silâh ve savunma âleti varsa onların hepsini hazırlamak, onları üretecek bilgi ve teknolojiye sâhip olmak, gerekli eğitim ve öğretimi yapmak, (bununla ilgili) bütün ilimleri elde etmek, teknolojileri öğrenmek, bunlar için gereken müesseseleri kurmak, fabrikaları yapmak ve teknik elemanları yetiştirmek, Müslümanların üzerine farzdır. Bunların hepsi ‘kuvvet’ kavramına dâhildir. (İ. KARAGÖZ 3/83)
(61).‘Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de meylet ve Allâh’a güvenip dayan.’ Ve onlar (çekingenlikten dolayı) barışa meyil gösterirlerse sen de barışa meylet. Zîrâ asıl maksat, savaş değil, barış ve selâmettir. (ELMALILI, 4/248)
Bu âyetin Tevbe sûresindeki savaş âyeti ile nesih edildiği söylenmiştir. İbn-i Kesir’e göre, Tevbe sûresindeki âyette, mümkün olduğu takdirde kâfirlerle savaş emri vardır. Ancak düşman oldukça kalabalık ise, bu âyet-i kerimenin de delâlet ettiği gibi, ateşkes anlaşması yapmak caizdir. Nitekim Hudeybiye günü peygamber (s.a.) de böyle yapmıştır. (S. HAVVÂ, 6/66)
47/35’nciâyette, ‘Bu sebeple gevşeklik göstermeyin, sizler üstün iken, barışa dâvet etmeyin’ buyruğunda güçlü olunması hâlinin kastedildiği kabul edilmektedir. Yâni Müslümanlar zayıf oldukları takdirde barış isteyebilirler. (Müslümanlar) üstün gelme gücüne sâhip olmaları hâlinde, düşmanın önünde, İslâm (Müslüman olma), cizye veya savaştan birini kabul etmekten başka tercih edilecek yol yoktur. (S. HAVVÂ, 6/67)
Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini (9/5) veya Ehl-i kitâba karşı onlar İslâm’ı kabul edinceye ya da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını (9/29) isteyen âyetlerle, kezâ ‘siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin’ (47/35) meâlindeki âyetle nesih edilmiştir. Bu düşünceye karşıt olarak (İbn-i Arabi, Cessas): Nerde bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler, Arabistan kıtasındaki müşrikler olup, Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş müşriklerdir. (..) Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dinin amaçlarına bağlıdır. Buna göre, savaşmak, barışmak, antlaşma yapmak câizdir. Âyetler bir birini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. (KUR’AN YOLU, 2/704)
8/62-64. SANA ALLAH VE MÜMİNLER YETER
62. (Ey Peygamberim!) Eğer onlar sana hîle yapmak sûretiyle aldatmak isterlerse, (bilki) şüphesiz Allah sana kâfîdir. Seni hem yardımıyla hem de mü’minlerle destekleyen O’dur.
63. Ve onların kalplerini birbirine ısındıran da (O’dur). (Ey Peygamberim!) Eğer yeryüzünde bulunan herşeyi harcasaydın, yine onların kalplerini birbirine ısındıramazdın. Fakat Allah, onların aralarını (İslâmsâyesindesevgiyle) kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.
64. Ey Peygamber! Sana da, sana uyan mü’minlere de Allah yeter.
62-64. (62).‘Ama eğer’ asıl maksatları savaş olduğu hâlde, barış yanlısı gözükerek ‘sana hîle yapmaya kalkışırlarsa’ korkma, onlara karşı ‘Allah sana yeter.’ (M. KISA, 1/200) Gözeticin, yardımcın ve koruyucun olarak Allah sana yeter. O sana kâfi gelir. (ELMALILI, 4/248)
’Yeryüzünde bulunan herşeyi harcarsan yine de onların kalplerini birleştiremezdin.’ Onların düşmanlıkları öyle bir noktaya varmıştı ki, herhangi bir kimse onların aralarını düzeltmek için yeryüzünde bulunan bütün malları harcayacak dahi olsaydı, buna güç yetiremezdi. (S. HAVVÂ, 6/61)
‘Fakat Allah birleştirdi onların arasını.’ Medîne’li Evs ve Hazreç kabileleri arasında, sonu gelmeyen savaşlar olmuştu. Bu iki kabîle, İslâm’a girince, Yüce Allah gönüllerini birbirine ısındırdı. Eski kin, düşmanlık ve intikam duyguları ortadan kalktı. Sonunda ensar oldular, muhacirlerle kardeş oldular. (H. DÖNDÜREN, /329)
Câhiliye devrinde Evs ve Hazrec kabileleri arasında müthiş kin ve düşmanlık vardı. Bu, 120 yıl devam etti ve kanlı savaşlar oldu. Fakat yüce Allah, onları İslâm ile şereflendirince aralarındaki intikam duyguları kalktı, sevgiye dönüştü, kucaklaştılar ve tek vücut hâline geldiler. İşte âyet-i kerîme, İslâm’dan başka hiçbir güç ve sistemin insanları birbirine sevdirip tek vücut haline getiremeyeceğini beyan etmektedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/184)
(64).‘Ey peygamber. Allah sana ve sana tâbi olan müminlere yeter.’ Sana ve sana uyan müminlere yardımcı olarak Allah yeter. Şu hâlde başka bir şeyden endişeye kapılmadan Allâh’a sığınarak görevinize bakınız. (ELMALILI, 4/251)
8/65-66. SAVAŞTA SABIR VE SEBAT
65. Ey Peygamber! Mü’minleri (kâfirlerekarşı) savaşa teşvik et (hazırla). (Ey müminler!) Eğer sizden sebatlı yirmi kişi olursa, iki yüz (kâfir)i yener. Yine içinizden (sebatlı) yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar (hakkı) anlamayan bir topluluktur.
66. (Ey müminler! Böyleolmaklaberâber) Allah, sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şimdi (birkişininonkişiylesavaşmayükünü) hafifletti. Bundan böyle içinizden sebatlı yüz kişi olursa, iki yüz (kâfir)i yener. Eğer sizden sebatlı bin kişi olursa, iki bin (kâfir)i Allâh’ın izniyle yener. Allah sabredenlerle berâberdir.
65-66. (65).‘Ey peygamber, müminleri savaşa teşvik et.’ ‘Eğer sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, ikiyüz kişiyi yenerler.‘ Ebu Bekir ibnü’l Arabi’ye göre, Bedir dâhil hiçbir zaman sahâbe bire on savaşmamıştır. Bu âyet, bir olaya bağlı olmaksızın bir mümine, on düşmana karşı olsa da savaşmasını, savaştankaçmamasınıfarzkılmış, sonra da farz olma hükmü kaldırılmıştır. (KUR’AN YOLU, 2/708)
Îman, bir mümini kâfire karşı on kattan daha fazla büyülten ve güçlü kılan bir kuvvettir. Ve bu kuvvet, tek kişi olduğu zaman değil, en az yirmi kişilik bir grup oluşturdukları zaman kendini gösterir ve ortaya çıkar. (ELMALILI, 4/252)
(..) isimneolursaolsun, ‘hafifletme’ veya ‘nesih’ ikinci âyet birinci âyetin hükmünü değiştirmiştir. Âyet, düşman sayısı iki katından fazla olursasavaşılmaz anlamına gelmez. Müslümanlar duruma göre hareket ederler. Savaşta üstünlük, her zaman sayıda, sâdece savaş araç ve gereçlerine değil, iyi bir pallama, gerçeği görme ve Allâh’ın yardımı ile mümkün olur. Bedir savaşında Müslümanlar, üç katı fazla bir orduya, Çanakkale savaşında sayısı ve gücü çok daha fazla olan orduları Allâh’ın yardımı ile yenmişlerdir. (İ. KARAGÖZ 3/89)
(66).‘Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti ve bildi ki, sizde bir zaaf vardır.’ ‘O hâlde şâyet, sizden sabırlı yüz kişi olursa, ikiyüz kişiyi yener.‘ Yüce Allah, üzerinizdeki farzı hafifletmiş bulunuyor. Bire iki ile karşılaşılması hâlinde kaçmaya izin vermemiştir. (S. HAVVÂ, 6/70)
İbn-i Abbas (r) der ki, Üç kişiyle karşılaşıp ta kaçan, harpten kaçmış sayılmaz. Ancak iki kişi karşısında dayanmayıp kaçan harpten kaçmış sayılır. Böyle birisi büyük günah işlemiştir. (İ. H. BURSEVİ, 7/178)
‘Allah sabredenlerle berâberdir.’ Allâh’ın berâberliği, mekân ve zaman itibâriyle değildir. ‘Allâh’ın sabredenlerle berâber olması’, Allâh’ın her zaman mümin kullarını bilmesi, görmesi, hâllerine muttali olması ve onlara yardım etmesi anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 3/89)
8/67-71 SAVAŞ ESİRLERİ
67. Yeryüzünde (düşman askerlerini) çokça öldürüp hâkimiyeti sağlayıncaya kadar, hiçbir peygambere, esir almak yaraşmaz. (Ey müminler!) Siz geçici dünyâ malını istiyorsunuz. Hâlbuki Allah, âhireti (kazanmanızı) istiyor. Allah mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sahibidir.
68. (Ey müminler!) Eğer, (öncedenLevh–iMahfûz’da) Allah’tan bir yazı geçmemiş (hükümverilmemiş) olsaydı, (Bedir’dekiesirleribırakmakiçinfidye) aldığınızdan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
69. (Ey müminler!) Artık ganîmet olarak aldığınız şeylerden (fidyedâhil) temiz ve helâl olarak yiyin ve Allâh’ın emirlerine uygun yaşayın / günahlardan sakının. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
70. Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: “Eğer Allah, kalplerinizde bir hayır (îmanveihlas) olduğunu bilirse O, size, sizden alınan (fidye)den daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
71. (Ey peygamberim!) Eğer (oesirler) sana hâinlik yapmak isterlerse (şaşma). Onlar daha önce (akıllarınca) Allâh’a da hâinlik yapmışlardı. O Allah da kendilerine karşı (Bedir’desana) imkân ve kudret vermişti (deonlarıseninelinedüşürmüştü). Allah (herşeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
67-71. (67).‘Hiçbir peygambere yeryüzünde çokça savaşıp, zaferler kazanıncaya kadar esirler alması yaraşmaz.’ Hiçbir peygamber için bulunduğu ülkede küfrü kahredip İslâm’ı yüceltecek şekilde küfür ehline karşı kesin zafer elde edip, hak kuvvetlerinin istîlâ ve istikrârını sağlayıp yaptığı savaşta Allah düşmanlarını iyice kırıp kuvvetlerini yok edinceye kadar esirleri bulunması, yâni askerlerinin esir tutmakla meşgul olması doğru ve meşru bir hareket değildir. Ancak ‘ishan / belini kırma’ hâsıl olduktan sonra esir alması meşru olabilir. (ELMALILI, 4/253)
‘Siz dünyâ malını istersiniz, oysa Allah âhireti kazanmanızı murâd eder.’ Oysa hepiniz düşmanı tâkip ederek onlara son darbeyi indirmiş olsaydınız, bütün kuvvetlerini oracıkta kırıp bir daha aslâ toparlanamayacakları şekilde tamâmen imhâ edebilirdiniz. Fakat ‘siz’ ganîmet ve esirler peşinde koşarak ‘şu dünyânın’ gelip geçici ‘menfaatini istiyordunuz.’ (M. KISA, 1/201)
(68).‘Eğer Allah tarafından önceden verilmiş hüküm olmasaydı aldığınız’ bu fidye ve ganimet malların’dan ötürü başınıza mutlaka büyük bir azap gelirdi.’ Hâsılı Bedir savaşında esir tutmakla meşgûl olmak ve esirlerden fidye almak maksadını amaç edinmek büyük bir tehlike idi. Çünkü henüz düşman ordusu üzerinde tam bir hâkimiyet, gerçek anlamda bir ishan / belini kırma hâsıl olmuş değildi, henüz İslâm’ın gücü bütün katılığıyla ağır basmış değildi. O sırada düşmanın biraz uyanık davranması size büyük bir felâket getirebilirdi. Fakat Allah sizi korudu. Nitekim genellikle bu ince noktaya dikkat edilmediğinden dolayı daha sonra Uhud savaşında bunun zararı görüldü. Her hâlde Bedir’de esir ve fidye alınmaması daha sıhhatli bir iş olacaktı. (ELMALILI, 4/254)
Hz. Ömer, Bedir savaşında ele geçirilen esirlerin öldürülmeleri, Hz. Ebu Bekir de fidye karşılığı serbest bırakılmaları görüşünde idi. Hz. Peygamber ve çoğunluk fidye uygulamasını benimsedi. Kişi başına 4 000 dirhem (gümüş) (beş dirhem bir koyun bedelidir, 1 dirhem: 3,2 gram) belirlenmişti. Bunu bulamayanların, sahâbe çocuklarından on tanesine okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakılması kararlaştırılmıştı. (H. DÖNDÜREN, 1/330)
67’nci âyet-i kerîmede, “Peygambere esir alması yaraşmaz.” ifâdesinde ne yapılması gerektiği de açıklanmadığı için Rasûlullah (s), Bedir gazvesi esirleri hakkında ashâbı ile istişâre etmiştir. Hz. Ömer, “Allah ve Rasûlü’nün düşmanı olan bu adamları öldürelim.” demiş, bir başkası, “Salıverelim, belki tevbe ederler.” demiş, Hz. Ebû Bekir de:“Bunları fidye karşılığında bırakalım.” teklifinde bulunmuştu. Hz. Peygamber de son teklifi kabul buyurmuşlardı. Bu da 68. âyetle onaylanmıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/184)
(69).‘Artık aldığınız ganîmetten helâl ve hoş olarak yiyin,’ yâni mubah olarak faydalanın. Bu uyarıdan dolayı onun haram olduğunu sanmayın da (yukarıda açıklandığı üzere) onun özel hükümlerine riâyet ederek faydalanın. ‘ve Allâh’a karşı gelmekten sakınınız,’ emirlerine ve yasaklarına uymaya özen gösteriniz, sizi hatâlardan koruması için O’na sığınınız. (ELMALILI, 4/254)
Savaşta esir alınan düşman askerlerinin öldürülmesi hükmü, İslâm’ın korunup güçlenmesi ve düşmanların zayıflatılması amacına yönelikti. Savaşta gerekirse esir alınabileceği (47/4), bu âyette savaşta aldıkları ganimetleri gönül rahatlığıyla yenilebileceği bildirilmektedir. (Ebû Dâvud, İ. KARAGÖZ 3/92)
Esir alınmadan bütün düşmanların öldürülmesi hükmüşüpheyokkitârihişartlarabağlıbir zaruretten, İslâm’ı koruma amacından kaynaklanıyordu, yoksa Allâh’ın devamlı hükmü bu değildi. Savaşta gerekirse esir de alınacaktı, sonra bunlara adâlete uygun şekilde işlem yapılacaktı. (Muhammed 47/4). Allâh’ın devamlı ve yazılı hükmü, metne göre ‘kitap’ı bu idi. 69’ncu âyet bu genel hükmü ifâde ediyor, aldıkları ganîmeti gönül rahatlığıyla yiyebileceklerini bildiriyordu. Müslümanları uyarmasının, hattâ kınamasının sebebi bu savaşa mahsus olmak üzere gerekeni yapmamaları ve belki içlerinden bâzılarının geçici dünyâ varlığını isteyerek, yâni akrabalık bağının verdiği duyguların etkisinde kalarak veya esir edinmenin sağlayacağı nüfuz ve hâkimiyet arzusuna kapılarak dinlerini ve canlarını tehlikeye atmalarıydı. Bu hatâlarına rağmen cezâ görmemeleri, hem genel geçer hükmün böyle olacağından ileri geliyordu, hem de Allâh’ın âdetine göre ‘kânunsuz, uyarısız cezâ yok’tu. Ayrıca Bedir savaşına katılanların bütün günahlarını bağışlayacağını da vaad etmişti. (KUR’AN YOLU, 2/709)
(70).‘Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: “Eğer Allah, kalplerinizde bir hayır (îmanveihlâs) olduğunu bilirse O, size, sizden alınan (fidye)den daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar.’ Rasûlullah’ın amcası Hz. Abbas, zaten gönülsüz gittiği Bedir’de esir düşmüştü. Bunun dışındaki esirlerin fidyelerini müşrikler, Allah Rasûlü’ne göndermişlerdi. Hz. Abbas’a da kendisinin ve yeğenlerinin fidyelerini vermesi teklif edildi. O da, “Ey Allâh’ın elçisi! Benim param yoktur, amcanın Mekke’de fakirler gibi el açıp dilenmesini uygun görüyor musun?” dedi. Rasûlullah (sas.) de: “Mekke’den çıkarken, sen ve eşin Ümmü’l-Fadl’ın gömdüğü para nerede? Hani ona, ‘Şâyet ben ölürsem, bunlar senin ve oğullarımındır.’ demiştin.” diye sordu. Hz. Abbas, “Gece karanlığında ikimizden başka kimse yoktu, bunları sana kim söyledi?” dedi. Rasûlullah (s), “Rabbim.” dedi. Bunun üzerine: “Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben sana şimdiye kadar içimden inanıyor fakat şüphe ediyordum, şimdi şüphem de kalmadı.” diyerek fidyeleri verdi ve şehâdet getirerek açıkça İslâm’a girdi. Bundan sonra yüce Allâh’ın âyetteki vaadlerini birer birer gördüğünü açıkladı.) (H. T. FEYİZLİ, 1/185)
(71).‘Eğer sana hıyânet etmek istiyorlarsa bilin ki onlar, daha önce de hâinlik ettiler, Allah da onları elimize düşürdü.’ Esirler salınırken kendilerinden bir daha Müslümanlar aleyhine hareket etmeyeceklerine dâir söz alınırdı. Erdemli kişilerin sözlerinde durma ihtimâli yüksek olduğu için bunun da bir faydası vardı. Ancak bir kısmının sözünden cayması, yine Müslümanlar aleyhine mücâdele vermesi ihtimâli yok değildi. Gerçekleşmediği halde, böyle bir ihtimal var diye ele geçen esirleri öldürmek ‘Allâh’a kulluk ve O’nun yaratıklarına şefkat’ dîni olan İslâm’a yakışır mıydı? Kur’ân’ın bu soruya verdiği cevap açıktır: Vehim ve ihtimâle dayanılarak insan hakları çiğnenemez. Yaşama hakkı bunların başında gelir. Hıyânet ihtimâli gerçekleşirse hâinler er geç yine yakalanır ve hak ettikleri cezâyı görürler. (KUR’AN YOLU, 2/710)
8/72-75 ÎMAN, HİCRET VE CİHAD
72. Şüphesiz îman edip de hicret edenler, Allah yolunda (İslâm’ısavunmaveonuhayâtahâkimkılmauğrunda) mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar, birbirinin velîleridir. İman edip de hicret etmeyen (müşriklerleyaşayan)lara (gelince), hicret edinceye kadar sizin için, onlara velî olmak diye bir şey yoktur. Eğer onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyla (onlara) yardım etmek size borçtur. Allah işlediklerinizi hakkıyla görendir.
73. İnkâr edenler de birbirlerinin velîleri (dostveyardımcıları)dır. Eğer siz de (dostlukveyardımhusûsundabunu) yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve büyük bir kargaşa olur.
74. Îman edip de Allah yolunda cihad edenler, hicret edenler ve (hicretedenmü’minleri) barındıranlar ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için bağışlanma ve bol rızık vardır. [bk. 9/100; 59/8-9]
75. Sonradan îman edip hicret edenler ve sizinle berâber cihad edenler(egelince): Onlar da sizdendir. (Fakat) Allâh’ın Kitabı’na göre, (kan bağı olan) akrabâlar (mîrasta) artık birbirlerine daha yakındır. Hiç şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla bilendir. [bk. 9/100; 59/10]
72-75. (72).‘Şüphesiz ki îman edenler, hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler (bunlar muhâcirlerdir) ‘barındırıp yardım edenler’ (Bunlar ensardır) (Hicretin nusretten, muhacirlerin de ensardan daha faziletli olduğu konusunda ümmet icma etmiştir.) ‘İşte onlar birbirinin velîsidirler.’ Biriötekineyardımcıdestekolur. İlksıralardahicret ve yardım sebebiyle birbirlerine mirasçı olurlardı. Bu durum 75. Âyet ile yürürlükten kaldırılana kadar devam etti. (S. HAVVÂ, 6/79, 80)
‘Îman edip te (Medîne’ye hicret farz olduğu sıralarda Medîne’ye) hicret etmeyenlere gelince, hicret edene kadar sizin onlarla bir yardımcılığınız / koruyuculuğunuz yoktur.’ Onlarherhangibirşekildesizeyardımcıolamazlar. Çünküonlar Dâr‘ül Harp’tedir. Diğer taraftan onlar mîrasçı da olamazlar. Dolayısı ile ganîmet ve fey’den de bir payları olamaz. Bu durum hicret edinceye kadar böyle kalacaktır. Hicret ettikleri vakit, Dâr‘ül İslâm’da ikâmet eden Müslümanın bütün haklarına sâhip olurlar. (S. HAVVÂ, 6/80)
‘Bununla berâber sizden din konusunda yardım isterlerse onlara yardım etmeniz üzerinize borç olur, vâcip olur.’ (..) İslâm devletinin sınırları dışında yaşayan Müslümanlar için sâdece İslâm kardeşliği bağı var olacak, fakat onlarla velâyet ilişkisi / dostluk, koruyuculukiçinde olunamayacaktır. Bununla berâber eğer bulundukları yerde azınlık olan o kimseler dinlerini yaşama veya kendilerine yapılan baskıları kaldırma amacıyla yardım isteyecek olurlarsa, müminlerin onlara yardım etme zorunlulukları vardır. Onları yardımsız bırakmaları aslâ doğru değildir. (Ö. ÇELİK, 2/355)
(73).‘inkâr edenler ise birbirinin velîsidirler.’ Şu hâlde kâfir olanlarla, müminlerin ilişkileri yoktur. İsterse akraba olsunlar. Mümin ile kâfirarasındavelâyet ve veraset cereyan etmez. Bir de her kâfirin, her kâfire velâyet ve verâseti de olmaz. Din ayrılığı ve diyar başkalığı ikisi de mirasa engeldir. (ELMALILI, 4/258)
Müminlerle kâfirler arasındaki velâ (dostluk, velilik) bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Müslüman ile kâfir arasında mîras dahi söz konusu değildir. Üsâme (r)’dan gelen rivâyete göre, Hadis: peygamber (s) şöyle buyurmuştur: İki ayrı din sâhibi kimseler, birbirinden mîras alamazlar. Müslüman kâfirden, kâfir de Müslümandan miras alamaz. (S. HAVVÂ, 6/84)
(74).‘Onlar ki îman ettiler ve hicret eylediler,’ yâni yerlerini, yırtlarını, mallarını ve akrabâlarını bırakıp vatanlarından çıkıp geldiler. ‘ve Allah yolunda cihâda katıldılar,’ Allâh’ın dîni uğrunda, Allah rızâsı için cehd ve gayretlerini esirgemeyip sabır ve tahammül gösterdiler, çeşitli zahmetlere katlanıp nefislerini mahrumiyetlere atmak sûretiyle bu uğurda yarışa girdiler. ‘Onlar ki barındırdılar’ Allah Rasûlü’nü ve Muhâcirleri kendi evlerinde misâfir edip barındırdılar. Onlara yer yurt verip iskân ettiler, yerleştirdiler. ‘ve yardım ettiler,’ onlarla birlik olup düşmanlarına karşı savaş konusunda her bakımdan yardım ettiler. Ensar oldular. ‘işte bunlardır, hakkı ile müminler bunlardır’ ki, îmanlarını (sûrenin başında da beyân olunduğu üzere) gerektiği şekilde hakkıyla özüne erdirmişlerdir. ‘işte onlar içindir ki, eşsiz bir mağfiret ve değerli bir rızık vardır.’ Bu rızkın ne sorumluluğu var, ne de minneti. (ELMALILI, 4/258, 259)
‘Rızk-ı kerim’ ile maksat, cennet ve nîmetleridir. Âyette, Mekke’den Medîne’ya hicret eden ve Allah yolunda cihad eden müminlerle, Mekke’li Müslümanlara kucak açan ve onlara yardım eden müminlerin gerçek mümin oldukları bildirilmekte ve kendilerine bağış ve cennet vaad edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 3/97)
(75).‘..bununla berâber bundan böyle, zevi’l erham denilen akrabalar, Allâh’ın kitabında, mirasta birbirlerine daha evlâdırlar.’ İçlerinde Ebu Hanife’nin de bulunduğu bir gruba göre, bu âyet, mîras âyetlerine yeni bir sınır getirmekte, muhâcir ensar kardeşlemesine dayalı mîras hakkını kaldırmaktadır. Yine Ebu Hanife’ye göre zevi’l erham diye bilinen kızın ve kız kardeşin çocukları, dayı, teyze gibi kızdan ve anadan olma, yakın akraba, asabe ve belli pay sâhibi vârisler (eshâb‘ül ferâiz) bulunmadığında, vâris olurlar. (KUR’AN YOLU, 2/715)
Âyette geçen ‘ulü’l erham’ ile maksat, asabedir. Sözlükte (..) ‘yakın akrabâlar’ anlamına gelen ‘asabe’ kelimesi, mîras bırakan kimseye araya kadın girmeden bağlanan hısımlar demektir. Meselâ, mîras bırakan kimsenin babası ve oğlu asabedir. Asabe, yalnız başına mirasçı olduğunda, bütün mîrâsı ve ashâb-ı ferâiz ile birlikte mirasçı olduklarında, ashâb-ı ferâizin hisselerini aldıktan sonra, artanı alır. (İ. KARAGÖZ 3/98)
Cenâb-ı Hakk’ın gerçek mümin olduklarını beyân buyurduğu kişilerin şu önemli özellikleri dikkat çekmektedir: (1) Îman etmek. (2) Îmânın gereğini yerine getirebilmek için ihtiyaç olduğunda vatanını, malını ve mülkünü bırakarak bir başka ülkeye hicret etmek. (3) Orada müslümanların safına katılarak malıyla canıyla cihad etmek. (4) Muhâcir veya değil, ihtiyaçlı bütün kardeşlerini bağrına basmak, herşeyini onlarla paylaşmak, bütün gücüyle müminlere yardımcı olmak. (Ö. ÇELİK, 2/357)
‘Daha sonra îman edip hicret edenler ve sizinle birlikte cihad edenlere gelince…’ ‘Daha sonra’ (ifâdesi) ile maksat, Mekke’nin fethinden sonradır. Mekke’nin fethinden önce Müslümanların güçlenmesi için hicrete ihtiyaç vardı. Mekke’nin fethinden sonra İslâm güçlendi, hicrete ihtiyaç kalmadı. Peygamberimiz (s): ‘Mekke’nin fethinden sonra (Medîne’ye) hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır’ (Hadis, Ahmed) buyurmuştur. Çünkü Mekke, Müslümanların eline geçmiştir. Âyette, Mekke’nin fethinden sonra hicret eden ve Müslümanlarla birlikte cihad eden kimselerin de mümin olduğu bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 3/97, 98).