Mekke döneminde nâzil olmuştur. 99 âyettir. Yalnız 87, 90-91. âyetleri Medîne döneminde nâzil olmuştur. Sûrenin adı olan Hicr, Medîne ile Şam arasında, Tebük’e yakın bir yerdir. 80-84. âyetlerde bundan söz edilmektedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/261)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
15/1-3 YAKINDA BİLECEKLER
1. Elif, Lâm, Râ. Bu (okuna)nlar, Kitab’ın ve açıklayan (veaçıkolan) Kur’ân’ın âyetleridir.
2. Kâfirler (kıyâmette), (keşkevaktiyle) müslüman olsaydık diye çok arzu eder(ler).
3. (Ey Peygamberim!) Bırak onları (şimdilik) yesinler, faydalan(ıpeğlen)sinler, bitmez arzu onları oyalayadursun, sonra onlar (başlarınagelecekhâllerianlayıp) bilecekler. [bk. 77/46]
1-3. (1).‘Elif, Lâm, Râ. Bu (okuna)nlar, Kitab’ın ve açıklayan (veaçıkolan) Kur’ân’ın âyetleridir.’ Kur’ân-ı Kerîm’in önemli özelliklerinden biri mesajının açık olması, hak ile bâtılı ve bütün ilâhi gerçekleri en ince ayrıntısına kadar beyan etmesidir. Dolayısıyla onu, başka sözlerle kıyas etmeyip, lâzım gelen tâzim ve itinâyı göstererek okumak ve dinlemek gerekir. Zîrâ ona inanmayanları çâresiz bir pişmanlık ve hazin bir son beklemektedir. (Ö. ÇELİK, 3/10)
(2).‘Kâfirler (kıyâmette), keşke Müslüman olsaydık diye temenni eder(ler).’ Abdullahb.Abbas, Ebu’l Âliye er Riyâhive Atâ b. Ebî Rabah demiştir ki, inkârcıların bu temennileri âhirette söz konusu olacaktır. Zîrâ onlar, günahkâr müminlerin belli bir süre sonra cehennemden çıkarıldığına şâhit olur olmaz, ‘keşke biz de dünyâda iken Müslüman olsaydık da onlar gibi şu cehennem ateşinden kurtulsaydık’ diye temennide bulunacaklardır. (M. DEMİRCİ, 2/111)
Hadis: Ebû Mûsâ El Eş’ari’den: Kıyâmet gününde cehennemlikler ve ehl-i kıbleden bir kısmı, birlikte bulundukları vakit kâfirler, Müslümanlara ‘Siz Müslüman değil miydiniz? İslâm’ın hiç faydası yokmuş, bizimle berâber ateşte yanıyorsunuz’ diye onları kınayacaklar. Bunun üzerine Yüce Allah, o kâfirlere kızacak, rahmeti ve ihsânı ile, kıble ehlinin kurtuluşunu emredecek. Ve işte o vakit kâfirler, ‘Ah keşke biz de Müslüman olsaydık’ diyecekler. (Hâkim, Müstedrek’ten, ELMALILI, 5/190)
(3).‘Bırak onları (şimdilik) yesinler, faydalan(ıpeğlen)sinler, bitmez arzu onları oyalayadursun, sonra onlar (başlarınagelecekhâllerianlayıp) bilecekler.’ ‘yesinler’: Onların derdi, hayvan gibi yiyip – içmek, şehvetler peşinde koşmaktır. Bundan dolayı, bırak yemeye devam etsinler. ‘ve faydalansınlar’ yâni hayvanca zevkleri ile boğuşadursunlar. Allah korkusu, âhiret ve hesap düşüncesi ile ilgilenmeyerek eğlence etmeye devam etsinler. ‘ve ümit, kendilerini oyalasın,’ işlerimiz düzgün gidecek, uzun ömürler süreceğiz, dünyâdan istediğimiz gibi faydalanacağız diye kendilerini aldatarak sonuçtan gâfil olsunlar. ‘ki sonra bilecekler’ başlarına geleceği görecekler. Ne hatâ ettiklerini anlayacaklar, ‘ah’ diyecekler amma, iş işten geçmiş bulunacak. (ELMALILI, 5/190)
Emel, istemek, ummak anlamına gelir. Özellikle ahlâk kitaplarında gerçekleşmesi uzun zamâna bağlı olan ve çok defa elde edilemeyen ümit ve arzular için kullanılır. (..) Yaşlı kişinin bütün güçleri zayıflasa da dünyâ sevgisi ve uzun emeller, konusunda gönlü hep genç kalır. (Hadis, Buhâri) anlamındaki hadis, bir yandan uzun emeller kapılmama yönünde bir uyarı anlamı taşırken, bir yandan da insanın içindeki emel eğiliminin bütünüyle yok edilemeyeceğini gösterir. (..) İnsanın yaşama arzusu ve gelecek ümidi veren emel duygusu yararlı, dünyâ hayâtının düzeni, toplum refâhı için gerekli görülmüştür. Ancak bu âyette emel kelimesi, bu olumlu anlamıyla değil, insanı oyalayan, âhireti unutturan dünyevi arzuları, ifâde etmek üzere kullanılmıştır. (KUR’AN YOLU, 3/331, 332)
(..) Âyet, insanların kendi tercihleri istikâmetinde yaşamakta serbest olduklarını ve sonuçta eylemlerinin kendileri için ne getirip ne götüreceğini ileride görüp anlayacaklarını bildirerek, hem insanın özgürlüğüne işâret etmekte, hem de özgürlüğün aynı zamanda bir sorumluluk getirdiği, dolayısıyla doğru kullanılması gerektiği husûsunda uyarıda bulunmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/332)
Hadis: ‘Dört şey bedbahtlık alâmetidir: Göz damarlarının donup Allah korkusuyla yaş akıtmaması, kalbin katılaşması, ardı arkası kesilmeyen boş arzular ve dünyâ hırsı. (Heysemi’den Ö. ÇELİK, 3/11)
15/4-9 KUR’ÂN’I BİZ İNDİRDİK BİZ KORUYACAĞIZ
4. Biz hiçbir memleketi, onun (Levh–iMahfûz’da) bilinen bir yazısı olmaksızın (azapla) yok etmedik.
5. Hiçbir toplum ecelini öne alamaz ve erteleyemez.
6-7. (Müşrikler🙂 “Ey kendisine zikir (Kur’ân) indirilen (Muhammed)! Şüphesiz sen delisin! Eğer doğru söyleyenlerden isen, ne diye bize melekleri getirmiyorsun?” dediler. [bk. 25/21-22; 43/53]
8. Biz melekleri ancak hak (vehikmet) ile indiririz. (Melekleri indirdiğimiz) zaman da onlara mühlet verilmez. [krş. 15/51-58]
9. Şüphesiz Kur’ân’ı biz indirdik biz; şüphesiz onun koruyucusu da ancak biziz.
4-9. (4).‘Biz hiçbir memleketi, onun (Levh–iMahfûz’da) bilinen bir yazısı olmaksızın (azapla) yok etmedik.’ Ülkenin mutlaka bununla ilgili olarak levh-i mahfuz’da kesinlikle uyulması gereken ve hikmet gereği olduğu için değiştirilmesi imkânsız olan yazılı, belirlenmiş, unutulmayan eceli vardır. (İ. H. BURSEVİ, 10/151)
Bütün uygarlıkların, dini, etnik vb. toplulukların sonlu olduğu, her bir uygarlık ve topluluğun Allah tarafından bilinen belirli bir ömrünün, bir sonunun bulunduğu ve bunun ilâhi bir yasa olduğu hatırlatılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/333)
‘Dediler ki: ‘Ey kendisine Kur’an indirilen kişi, sen mutlaka delisin.’ Hz. Muhammed’in çağdaşı olan müşrikler, Kur’ân’ın Allah’tan değil, cinlerden aldığını düşünüyorlardı.(21/5, 37/36) Müşrikler Hz. Peygamber hakkındaki deli iddiâsını cinlerle ilişkili olduğu anlamında kullanmaktaydılar. (KUR’AN YOLU, 3/334)
Mekkelimüşrikler, Hz. Muhammed (s)’in peygamberliğini ispat etmesi için karşılarına melekleri getirmesini istediler. Peygamberimiz (s) kırk yaşına kadar toplumda ‘güvenilir’ olarak tanınmış, hiçbir kimseye yalan söylememişti. Mekkeliler bunu bildikleri için ‘doğru söyleyenlerden isen’ diyebilmişlerdir. (İ. KARAGÖZ 4/9)
‘Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.’ Müşriklerin maksatları, melekleri görünce îman etmek değil, Hz. Peygamberi zor durumda bırakmak idi. (KUR’AN YOLU, 3/334)
(8).‘Biz melekleri ancak hak ile indiririz.’ Onlar ancak hak ve hikmet ile inerler. Ya risâlet getirirler, ya da onlarla birlikte azap indiririz. ‘O zaman da kendilerine mühlet verilmez.’ Yâni, şayet melekleri indirecek olursak, onlara süre tanınmaz, azapları sonraya bırakılmaz. (S. HAVVÂ, 7/441)
(9).‘Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu biz koruyacağız.’ Tahrif, tebdil, ekleme, çıkarma ve benzerlerinden onun şânına yakışmayacak şeylerden, onu devamlı olarak koruyacak olan da Biz’iz. Önceki kitapları korumayı ise Allah üstlenmemiş, insanlar korumak istedikleri için onlarda bozulma olmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 10/157)
(..) Kur’an vahyedilirken hem gökte hem de yeryüzünde korunmuştur. Gökteki koruma, aracı meleğin vahyi kaynağından alma ve Hz. Peygamber’e ulaştırıncaya kadar geçtiği yollarda, yerdeki koruma da bir taraftan vahyin tebliği esnâsında diğer taraftan da tebliğ sonrasında söz konusudur. Gökyüzünde koruma, göklerin düzenini koruyan, bu arada da vahyin herhangi bir müdahâleye mâruz kalmadan Allah elçisine ulaşmasını sağlamak için vahiyyollarınıcinveşeytanlardantemizleyengüçlerle ilgilidir. Nitekim bu husus ‘Doğrusu biz (cinler) göğü yokladık, fakat onu güçlü bekçilerle, alev hüzmeleriyle doldurulmuş bulduk, Hâlbuki (daha önce) biz onun bâzı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev topuyla karşılıyor.’ (Cin 72/8-9). Görüldüğü gibi bu âyetler, vahiy indirilirken gökyüzünün vurucu, delici şihablarla ve diğer sert bekçilerle doldurulduğunu ve bundan böyle göklerden haber dinlemeye ve vahye müdahâleye kalkışan cinlere bu şihabların atıldığını bildirmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/116)
Gelen vahiyler tebliğ esnâsında nasıl korunmuşsa tebliğ sonrasında da o şekilde korunmuştur. Zîrâ bu husustaki koruma da bilindiği gibi Hz. Peygamber tarafından alınan beşeri önlemler sâyesinde gerçekleşmiştir. Bu önlemler, Hz. Peygamber’in kendisine gelen her vahyi ezberlemesi, vahiy kâtiplerine yazdırarak muhâfaza altına alması, ashâbına tebliğ etmesi ve bütün bunlarla da yetinmeyerek, meydana gelmesi ihtimal dâhilinde bulunan en küçük beşeri hatâları dahi bertaraf etmek amacıyla, her senenin sonunda inzal edilen vahiy içeriklerini Cebrâil’e arzetmesi şeklinde ifâde edilebilir. Bundan sonraki koruma da Müslümanlar tarafından Kur’an’ı ezberleme, yazıya geçirme ve metnin anlamı üzerinde yoğunlaşma şeklinde beşeri faaliyetlerle sürüp gitmesidir. Bütün bunların sonucu olarak Kur’ân-ı Kerim indirildiği gibi korunmuş ve hiçbir lafzî tahrife mâruz kalmamıştır. (M. DEMİRCİ, 2/117)
Kur’ân-ı Kerîm Allâh’ın koruması altında olup hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Fakat Kur’ân’ın metnine dokunamayan karşıtları tarafından, her devirde, müslümanların yaşantısı tahrif edilmeye, Kur’ân kültürü engellenmeye ve müslüman olduğu hâlde Kur’ân dışı yaşayan bir toplum hâline getirilmeye çalışılmıştır. [bk. 2/204-206; 8/36; 9/31; 41/26] (H. T. FEYİZLİ, 1/261)
15/10-15 GÖKTEN BİR KAPI AÇSAK TA…
10. (EyMuhammed!) Andolsun ki senden önce geçmiş topluluklar içinden de peygamberler gönderdik.
11. Onlara bir peygamber gelmeyegörsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.
12. Böylece biz onu (oalayı) günahkârların kalplerine yerleştirdik.
13. (Fakat) öncekilerin (inkârvealayetmeleriyüzündenAllâh’ınkendilerinimahvetme) âdeti ve kânunu gelip geçmişken, onlar yine de (Kur’ân’a) inanmazlar.
14-15. Müşriklere gökten bir kapı açsaydık da oradan çıkacak olsalardı: “Herhâlde gözlerimiz döndü (iyigörmüyor), belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz.” Derler (yine de îman etmezler)di.
10-15. (12).‘Böylece biz onu (oalayı) günahkârların kalplerine yerleştirdik.’ (..) yine de îman etmezler. ‘.. neslükühü / (inkâr, şirk ve alay etmeyi) yerleştirdik’: fiilinin sonundaki ‘onu’ zamiri ile işâret edilen husus, helâk edilen önceki toplumların inkâr etmeleri, şirk koşmaları ve peygamberleri yalanlamalarıdır. Bu zamir ile, Kur’ân’ın işâret edildiğini söylemek, yâni ‘biz mücrimlerin kalbine Kur’ân’ı yerleştiririz’ şeklinde anlam vermek doğru değildir. (..) (İ. KARAGÖZ 4/12)
Hâlbuki öncekilerin sünneti yâni eski kavimleri cezâlandıran ilâhi yasa da uygulanmıştır; onlar, eski milletlerin inkârcılıkları, peygamberleriyle alay etmeleri yüzünden başlarına neler geldiğini de bilmektedirler. Ama bundan ibret ve ders almaları gertekirken yine de inkârlarında ısrar ederler. (KUR’AN YOLU, 3/338)
Hak dîni inkâr edenlerin, Allâh’a ortaklar koşanların, peygamberleri yalanlayanların, isyan, zulüm, fitne ve fesatta ısrar edenlerin dünyâda âfet ve musîibetlerle cezâlandırılmaları ilâhî bir kânundur. (İ. KARAGÖZ 4/13)
(13).‘Onlar yine de Kur’ân’a inanmazlar.’ Onları helâk etmek konusundaki sünnetini yâhut onlar hakkında uyguladığı sünneti de geçmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan bu tavrı takınan ve bu durumda olan kişilerin İslâm’a girecekleri umulamaz. Dolayısı ile onları bırak, yesinler, faydalansınlar. (S. HAVVÂ, 7/443)
(14).‘Onlara gökten bir kapı açsak ta oradan yukarı çıksalar, gökteki hayret verici şeyleri gözleriyle görselerdi, ya da melekleri görselerdi… ‘Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır, derler.’ Müşrikler, gökten kendilerine okuyacakları bir kitap (17/93) veya açılmış sayfalar (74/52) indirilmesi gibi isteklerde bulunmuşlardır. (KUR’AN YOLU, 3/339)
‘Onlara gökten bir kapı açsak da yukarı çıkmaya koyulsalardı;’ Küfürlerinin ileri derecede oluşu, hakka karşı inat ve boş kibirleri onlara bunu söyletecektir. Bu durumda olan kimselere verilecek karşılık, sâdece onları terkten ibâret olabilir. Çünkü onları uyarmanın hiçbir faydası yoktur. (S. HAVVÂ, 7/443)
‘Gözlerimiz döndürüldü, biz herhâlde büyülendik, derler.’ Câhiliye taassubunda direnen inatçı kimseler, çeşitli bahâneler ileri sürmüşler, Kur’ân’ın büyü (6/7), Hz. Peygamberin kâhin veya mecnun (52/29) olduğu ithâmında bulunmuşlardır. (KUR’AN YOLU, 3/339)
Bu tablolar, gerçeği kabûle engel olan kibri ve pervâsız bir inadı canlandırıp, bunun olanca açıklığı ile ortaya çıkmasını sağlar. Böyle insanların inanması ve doğru yolu bulması çok zordur. Bunlarla tartışmanın da hiçbir faydası yoktur. Çünkü bunların inanmamaları, îman etmek için yeterli delil bulamamalarından değil gerçek karşısında kibirli ve inatçı bir tutum sergilemelerinden ötürüdür. Dolayısıyla burada anlatılan kibirli, gerçeklere kapalı ve onları görmek istemeyen (önyargılı ve peşin fikirli müşrik, insanın temsîlidir. (Ö. ÇELİK, 3/14)
15/16-18 GÖKTE BURÇLAR YARATTIK
16, 17, 18. Andolsun ki biz, gökte burçlar (yıldızkümeleri) meydana getirdikve onları, (ibretle) bakanlar için süsledik. (bk. 25/61). 17. Biz onları taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk (orayayaklaşamazlar). 18. Ancak dinleme hırsızlığı yapan (şeytan) olursa onu da parlak bir alev takip eder (ve uzaklaştırır). [krş. 37/5-10]
16-18. (16).‘Andolsun ki biz, semâda burçlar,’ yıldızlar, yıldızların kat edecekleri merhâleler, yörüngeler ve onların izleyecekleri yollar veya yeryüzüne nisbet ile güneşin ve ayın kat edeceği merhâleler ‘yarattık.’ (S. HAVVÂ, 7/446)
‘bürûc’: Fakat gökteki burçlar, yalnız bu on iki burçtan ibaret değil, sayıları pek çoktur. Bu âyette, belirsiz çoğul kipi ile genel olarak bürûc buyurulmuş bulunduğundan dolayı, bunu on iki ile sınırlamak görünüşe aykırıdır. (ELMALILI, 5/198)
(17).‘Onu taşlanmış (kovulmuş) şeytandan koruduk.’ Artık oraya yükselip, oradakilere vesvese veremezler ve onlarla ilgili bir tasarrufta bulunamazlar, hâllerine de vâkıf olamazlar. (İ. H. BURSEVİ, 10/170)
(18).‘Ancak kulak hırsızlığı eden müstesnâ. Onun da peşine açık bir alev sütûnu düşer.’ Yâni, gök korunmuş olup, ona yükselemedikleri için melekler âlemini dinleyemez (37/8). Gökteki melekleri dinlemekle bilgi alamazlar. Ancak, göğe âit inen ilimler ve haberlerden işittikleri bâzı şeyleri çalarak şeytanlık yapmak için kulak hırsızlığı edenler vardır. (37/7-10, 72/8-9; ELMALILI, 5/199, 200)
Câhiliye dönemi Arap kâhinleri, kendilerinin özel cin ve şeytanlarının olduğunu, onlara gökten haberler getirdiğini, bu sâyede gaybı bildiklerini iddia ederlerdi. Hatta putperestler, Kur’ân’ın bir kâhin sözü olduğunu iddia ederlerdi. Allah (c.c.) bu iddiayı açıkça reddetmiştir. (52/29, 69/42; KUR’AN YOLU, 3/343)
Hadis: Buhâri, Ebu Hüreyre’den naklen: ‘Allah bir şeye hükmettiği zaman, bunun bilgisi gökte hazır bulunan görevli meleklere ulaştırılır. Kimi kulak hırsızları bu bilgiyi işitir, bunlardan kimisine gök taşları yetişir ve onu yakar, kimisine yetişemez, o bu bilgiyi daha aşağıdakilere ulaştırır, sonunda yerdeki büyücünün ağzına ulaşır, büyücü onu yüz yalan katarak aktarır. (Buhâri Tefsir 15-1, H. DÖNDÜREN 1/441; S. HAVVÂ, 7/450)
15/19-20 GEÇİM VASITALARI YARATTIK
19. Yeryüzünü ise, (yaşamayaelverişlibirhâlde) yayıp döşedik, oraya sâbit dağlar koyduk ve orada ölçülen, tartılan herşeyden bitirdik.
20. Orada hem sizin için hem de (beslediğinizisandığınızfakatAllahvermedikçe) kendisine rızıklarını veremedikleriniz (hayvanlar) için geçimlikler meydana getirdik.
19-20. ‘Yeri de döşeyip yaydık.’ Arzın yayılması, üzerinde dolaşmaya, barınmaya ve korunmaya, ziraat yapmaya ve başka faaliyetlerde bulunmaya, uygarlık kurmaya elverişli kılınmasıdır. (KUR’AN YOLU, 3/344)
‘Oraya sâbit dağlar bıraktık.’ Yâni, arzı çalkalanmaktan koruyan, dengesini sağlayan sâbit dağlar, bıraktık. (S. HAVVÂ, 7/447) ’Orada her şeyden ölçülü olarak yetiştirdik.’ Hikmet terâzisi ile ölçülmüş ve tâyin edilmiş belirli bir miktarda koyduk. Bu ölçüde eksiklik ve fazlalık yoktur. Hiçbir tür, bir başka türün aleyhine bir gelişme kaydetmez. (S. HAVVÂ, 7/447)
Hiçbir şey düzensiz, yasasız, rastgele var olmamıştır. Her şeyin bir hesâbı – kitâbı vardır. Bu da bir yaratıcının varlığını kanıtlar. (KUR’AN YOLU, 3/344)
Yüce Allah, yerde herşeyi bir ölçü ve karâra göre yaratmıştır. Bu itibarla yerde hiçbir şey düzensiz, rastgele, gelişigüzel, ölçüsüz ve dengesiz değildir. Yeryüzü ve yeraltı bitkileri, meyveleri, ağaçları ve hayvanları bir ölçü ve miktara göredir. Eğer böyle olmasaydı, bir bitki veya meyve ve ağaç veya bir hayvan türü çoğalır, yeryüzüne hâkim olurlardı, çeşitliliği önler, güzelliği yok eder, insanların ihtiyaçlarını karşılayamazlardı. (İ. KARAGÖZ 4/17)
15/21-22 RÜZGÂRLARI AŞILAYICI OLARAK GÖNDERDİK
21. Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Fakat (herşeyi) ancak bilinen bir ölçüyle indiririz (herşeyibirölçühâlindeveririz).
22. Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik. Gökten de su indirip onunla sizin su (ihtiyacınızıkarşı)ladık. (Yoksa) onu depolarda saklayan siz değilsiniz. [bk. 16/10; 39/21; 56/68-70]
21-22. (21).‘Herşeyin hazînesinin Allah yanında olması’ insan, hayvan, bitki ve benzeri bütün canlıların, varlıklarını sürdürebilmeleri için muhtaç oldukları herşeyi var edenin, herşeyin karârını verenin ve varlıkları yönetenin Allah olmasıdır. Teneffüs ettiğimiz temiz hava, yediğimiz, içtiğimiz ve faydalandığımız herşeyi yaratan ve bize veren yüce Allah’tır. (..) ‘..bilinen miktar’ yetecek kadar, ne eksik ne fazla demektir. ‘,,indirdiği şey’ ile maksat, çisenti, yağmur ve kardır. Hiçbir şey yok iken, onları var eden Allah’tır. O istediği zaman, istediği ölçü ve miktarda, istediği şekilde ve düzende var eder. O istemeden hiçbir şey var olmaz, yağmur yağmaz, bitkiler bitmez, ağaçlar meyve vermez, hayvanlar yavru vermez. Yüce Allah; bitkiler, ağaçlar, yağmur ve benzeri bütün nîmetleri insanlara ve diğer canlılara belirli bir ölçüye, düzene, kurala ve yasaya göre verir. Allâh’ın nîmetleri yerli yerincedir, fazla veya eksik değildir. (İ. KARAGÖZ 4/18)
(22).‘Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik.’ Ra’d sûresinde açıklandığı üzere (13/3) ‘Orada bütün meyvelerden iki çift yarattı.’ Gerçeği ortaya çıktıktan, yâni bütün bitkilerin çiçeklerin de erkek, dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılaması ile meyveler meydana geldiği anlaşıldıktan sonradır ki, rüzgârların bir aşıcı hizmetini yerine getirdikleri anlaşıldı. Bu âyetin bin küsur yıl önce ilmî bir gerçeği açıkladığı ve bunun bir mûcize olduğu ortaya çıkmıştır. (ELMALILI, 5/202)
YüceAllah,canlıvarlıkları erkekli – dişiliyarattığıgibi, ağaçları ve bitkileri de erkekli dişili yaratmıştır. (13/3). Her meyvenin çiçeğinde bir çift eş vardır. Bitkiler bu eşlerin yâni erkek ve dişi tohumların birleşmesiyle ürün verir. Bu birleşmeyi, yâni polenleri taşıyarak aşılamayı Allâh’ın izin ve irâdesi ile rüzgârlar gerçekleştirir. Rüzgârların aşılama yapabilmesi için belirli bir miktar ile uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi gerekir. Rüzgârların varlığı ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların aşılama yapacak bir derecede esmeleri de Allâh’ın bir tasarrufudur. (İ. KARAGÖZ 4/19)
‘Gökten bir su indirip onunla sizi suladık.’ ‘Onu depolayan siz değildiniz.’ Sizler onu (suyu) koruyamazdınız. Hâlbuki onu indiren, sizin için muhâfaza eden, yeryüzünde kaynaklar hâlinde, pınarlar hâlinde getirenler biziz. Yüce Allah dileyecek olsa o suları yerin dibine geçirir ve susuz bırakır. Ancak O’nun rahmetinin bir tecellîsi olarak o suyu indirdi, onu içilebilecek tatlılıkta yarattı, onu kuyularda, nehirlerde bizim için muhâfaza etti. (S. HAVVÂ, 7/447, 448)
‘feeskaynâkümühü’ : Kur’ân’da en uzun kelime(dir). (İ. H. BURSEVİ, 10/184)
15/23-25 BİZ DİRİLTİR BİZ ÖLDÜRÜRÜZ
23. Kesinlikle biz, ancak biz, hem yaşatır hem öldürürüz; biz (herşeyin gerçek) vârisleriyiz.
24. Andolsun ki biz, içinizden önden gidenleri de bilmişizdir, geride kalanları da bilmişizdir.
25. Şüphe yok ki senin Rabbin, (ancak) O, onları mahşerde toplayacaktır. Gerçekten O, hüküm ve hikmet sâhibidir, (herşeyi) hakkıyla bilendir.
23-25. (23).‘Doğrusu biz hem diriltiriz, hem öldürürüz.’ O bütün yaratılmışlara önce hayat vermiştir, sonra onların canını almaktadır. Hayat verme ve öldürme olayı Yüce Allâh’ın varlığını kesin bir şekilde ortaya koymaktadır. (S. HAVVÂ, 7/452)
‘Hepsine vâris olacaklar da biziz.’ Yâni bütün yaratıkların helâk edilişinden sonra kalacak olan bizleriz. Sürekli olarak öldürme sıfatı, nihâi ölüme de delâlet etmektedir. Nihâi ölüm olayı ise, Hayy ve Kayyum olan Allâh’ın bekâ sıfatına delildir. (S. HAVVÂ, 7/452)
Canlıcansız bütün varlıkları yaratan Allah’tır. Dolayısıyla dünyâ, içindekiler ve göklerde var olan herşeyin sâhibi Allah’tır. İnsanların sâhip oldukları mal – mülk ellerinde birer emanettir. Bütün insanlar ölünce onların sâhibi yine Allah olacaktır. ‘Biz herşeyin gerçek vârisleri ve sâhipleriyiz’ cümlesi, bu anlamı ifâde eder. (22/56, 24/42, 25/2, 26; 40/16; İ. KARAGÖZ 4/22)
(24).‘Andolsun ki, sizden önce geçenleri de biz biliriz.’ Yâni türünüzden olup ta önceden gelenleri biliriz ki, bunlar Hz. Âdem’den bu yana gelmiş olan bütün canlılardır. ‘Geri kalanları da biz biliriz.’ Şu anda hayatta olan ve kıyâmet gününe kadar gelecek olanları biliriz, demektir. (S. HAVVÂ, 7/452)
Esâsen burada söylenmek istenenYüce Allâh’ın zerreden küreye her şeyi en ince ayrıntısıyla bilmesidir. İşte bu bilgi de hem varlık âleminin öncesini, hem de sonrasını içine alan bir özelliği ifâde etmektedir. Çünkü Yüce Allah (..) ilim sıfatıyla olmuş olanı, olmakta olanı ve olacak olanı bilmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/126)
(25).‘ve senin O Rabbindir ki, onları mutlaka haşredecektir.’ Ve önce gelip geçenleri ve sonra gelenleri sonunda mahşere toplayıp hesâba çekecektir. Onun için şimdilik bırak o kâfirler yiyip için devamlı eğlensinler. (ELMALILI, 5/203)
İnsanlar, ölümlü varlıklardır. Her canlı gibi, her insan da dünyâda yaşama süresi sona erince ölür. Ölüm hayâtın sonu değildir. Kıyâmet kopuncaya kadar ruhu ile berzah âleminde yaşar. Kıyâmet kopunca insanların ruhları ve bedenleri buluşur, diriltilirler ve mahşer yerinde toplanırlar; dünyâda kulluk görevlerini yapıp yapmadıkları konusunda sorgulanırlar. Netîcede müminler cennete, kâfirler cehenneme giderler. ‘Şüphesiz ki senin Rabbin, bütün insanları diriltecektir’ cümlesi, bu anlamı ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/23)
15/26-31 İNSANIN YARADILIŞI
26. Andolsun ki biz, insanı kuru bir çamurdan, şekil verilebilen bir balçıktan yarattık. [bk. 6/2; 55/14]
27. Cin tâifesinden olan (şeytan)a gelince, onu da (insandan) daha önce, (dumansız) çok yakıcı alevli bir ateşten yarattık.
28, 29. (Ey Peygamberim!) Bir zaman Rabbin meleklerine: ‘Muhakkak ben, kuru bir çamurdan, şekil verilebilen bir balçıktan bir insan yaratacağım.” demişti. [bk. 38/71-88] 29. “Onu (insanşeklinde) tasarlayıp da rûhumdan üflediğim (veodadirildiği) zaman, (kudretimiçin) siz hemen ona secde ederek yere kapanın.” (buyurmuştu).
30, 31. Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etti. 31. Ancak İblis, secde edenlerle berâber olmayı reddetti.
26-31. (26).‘Gerçekten biz insanı pişmemiş kuru çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.’ Ve şu hâlde salsâl, su ile karıştırıldıktan sonra, süzülüp kuru çamur hâline gelmiş bulunan, yeryüzünün rutubetsiz, tam takır durumunu gösteriyor. Tamtakır kuru çamurun tabiatı, hayâta ne kadar zıddır. Fakat şu gerçek ki, bundan insan yaratılmıştır. Bu ise doğrudan doğruya Allah Teâlâ’nın kudretinin sanatına, ilim ve hikmetine apaçık bir delildir. (ELMALILI, 5/205, 206)
Hame-i mesnûn, insan tohumu olan spermadır. Gerçekten sperma, her anlamıyla mesnun, yâni hem değişen, hem sürtülmüş, hem dökülmüş, hem de bir sünnet üzere şekillendirilmiş bir balçıktır. (ELMALILI, 5/206)
(27).‘Cinlere gelince, onları daha önceden bedenin gözeneklerine işleyen zehirleyici, yakıcı, kavurucu bir ateşten yaratmıştık.’ Cenâb-ı Hak, cinleri semûm denilen bir ateşten yaratmıştır. Cinlerin, semûm denen zehirli ateşten yaratılmış olması, cin ve şeytanların insana gizli deri gözeneklerinden girebilecek, zehirleyecek ve yakacak bir özellikte olduğuna işâret etmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/21)
Cin kelimesi, sözlükte örtmek ve gizli kalmak anlamındaki ‘cenn’ kökünden türemiş bir isimdir. Terin olarak, insanlar gibibilinç ve irâdesi olan, mümin ve kâfirleri, itaatkâr ve isyankârları bulunan ve gözle görülemeyen varlık türü anlamına gelir. (İ. KARAGÖZ 4/25)
(28).‘Bir zaman Rabbin meleklerine: ‘Muhakkak ben, kuru bir çamurdan, şekil verilebilen bir balçıktan bir insan yaratacağım, demişti.’ Bu âyette, Hz. Âdem’in yaratıldığı asıl unsura, yâni başlangıçta balçık iken, sonraları kuruyup sertleşen nesneye, yâni aslının toprak olduğu gerçeğine vurgu yapılmaktadır. Bu âyette, toprak gibi alelâde bir tabiat nesnesinden insan gibi muhteşem bir varlığı meydana getiren kudretin büyüklüğüne dikkat çekilmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/349)
(29).‘Onu (insanşeklinde) tasarlayıp ta rûhumdan üflediğim (veodadirildiği) zaman (kudretimiçin) siz hemen ona secde ederek yere kapanın (buyurmuştu)’ Kur’ân-ı Kerim’de insanın bir ruh – beden varlığı olduğu açıkça ifâde edilmiş bulunmaktadır. Beden, insanın fizyolojik yönünü, ruh da metafizik yönünü oluşturmaktadır. İsrâ sûresinde (17/85) rûhun mahiyeti hakkında insanlara çok az bilgi verildiği bildirilmektedir. Şu hâlde ruh, tabiat ötesinden aşkın âlemden gönderilen tabiat üstü gerçek bir varlıktır. İnsanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki varlığı bedeni değil, ruhu olduğunu kabul etmek gerekir. (KUR’AN YOLU, 3/350)
15/32-38 ŞEYTANIN PAZARLIĞI
32. (Allah🙂 “Ey İblis! Sen niçin secde edenlerle berâber olmuyorsun?” dedi.
33. (İblis🙂 “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın insana secde etmek için (var) olmadım.” dedi. [bk. 2/34 vedipnotu; 7/12]
34, 35. (Cenâb–ıHak🙂 “Öyleyse çık oradan Çünkü artık sen kovuldun! Muhakkak ki hesap gününe kadar lânet senin üzerine (olacaktır)” buyurdu. [bk. 38/77-78]
36. (İblis🙂 “Ey Rabbim! Öyleyse (insanların) dirilecekleri güne kadar bana mühlet (vefırsat) ver.” dedi.
37, 38. (Allah🙂 “Haydi, sen o bilinen günün vaktine (kıyâmete) kadar mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
32-38. (33).‘(İblis🙂 “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın insana secde etmek için (var) olmadım.” dedi.’ Böylece İblis, Allâh’ın emrine rağmen hevâsına tâbi oldu. Allâh’ı tanımasına rağmen emrini uygulamaya itiraz etti. Çünkü O’nun emri aklına yatmıyordu. İşte şeytanın kâfirleşmesi bu yüzden oldu. (H. T. FEYİZLİ, 1/263)
İşte Yüce Allâh’ın, önünde meleklerin secdeye kapanmasını istediği insanın bu mertebesi, rûhun aşkın hüviyetinden gelmektedir. Bakara sûresinde (2/30-33) bildirildiğine göre Allah Teâlâ melekleri insanın bu kimliği hakkında bilgilendirmiş, onlar da secde buyruğuna uymuşlardı. Buna karşılık İblis’in, Âdem’in rûhi cevherinin menşeini ve mükemmelliğini dikkate almadan sâdece maddi karşılaştırma yaparak yâni Âdem’in bedeninin topraktan, kendi varlığının ateşten yaratıldığına bakarak isyâna kalkışması onun ilâhi rahmetten kovulmasına, kıyâmete kadar lânetlenmesine sebep olmuştur. (KUR’AN YOLU, 3/352)
‘Ey Rabbim!’ Buna göre iblis, Allâh’ın Rabliğini ve varlığını kabul etmektedir. O hâlde, Allâh’ın varlığını ve Rablığını kabul eden herkes, kurtulmuş mümin ve Müslüman değildir. (S. HAVVÂ, 7/462)
(37).‘Allah mâlûm vakte kadar mühlet verilmiş olanlardansın buyurdu.’ Yâni kıyâmet gününe kadar. Onun söylediği sözler, kıyâmetin kopacağını, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini bildiğine delâlet etmektedir. O hâlde, zâhirde o, Allâh’a ve âhiret gününe îman etmektedir. Bununla birlikte, şânı Yüce Allah, onun küfrüne hükmetmiştir. Çünkü o, Allâh’ın hükmüne itiraz etmiştir. (S. HAVVÂ, 7/462)
Mâlûm vakit: Âlimler bu vaktin, sûra birinci kez üfürülme vakti olduğu görüşündedirler. (Ö. ÇELİK, 3/23)
15/39-44 GÜNAHLARI SÜSLEYİP AZDIRACAĞIM
39, 40. (İblis🙂 “Ey Rabbim! Beni (rahmetvecennetindenkovup) azgınlık etmeme imkân verdiğinden dolayı, Andolsun ki ben de onlara yeryüzün(degünahlar)ı süsleyeceğim ve onların hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların bunun dışında.” [bk. 17/62; 38/82-83]
41, 42. (Allah) buyurdu ki: “İşte bu (ihlâs), bana ulaşan dosdoğru bir yoldur.” [krş. 38/79-84] 42. “Kuşkusuz, benim kullarıma karşı senin hiçbir tesir gücün yoktur; ancak azıp (dabenimyolumdan) sapanlardan sana uyacak olanlara vardır.”
43, 44. “Şüphesiz cehennem o (sanauya)nların hepsinin, vaad olunan yeridir.” 44. (Cehennemin) yedi kapısı vardır ki her bir kapıya, o (şeytanauya)nlardan bir grup ayrılmıştır.
39-44. (39).‘(İblis🙂 “Ey Rabbim! Beni (rahmetvecennetindenkovup) azgınlığa imkân vermenden dolayı, Andolsun ki ben de onlara yeryüzün(degünahlar)ı süsleyeceğim ve onların hepsini muhakkak azdıracağım.’ Buâyettenşeytanınsilâhının, kötülükleri süslü göstermek ve aldatmak olduğunu öğrenmekteyiz. Arzuları süslü gösterir, dünyâyı süslü gösterir, münkeri süslü gösterir, kötü durumu süslü gösterir. Haktan saptırır, sünnetlerden uzak tutar. (S. HAVVÂ, 7/465)
(42).‘Ancak içlerinden ihlâslı kulların bunun dışında’ Allâh’ın hâlis kullarını istisnâ etmiştir. Çünkü şeytanın hîle ve tuzaklarının onlara etkisi olmaz ve onlar bu desîseleri kabul etmezler. (S. HAVVÂ, 7/462)
‘İhlâslı kullar’ şirk ve küfrüterk edip, şartlarına uygun îman eden, sâlih ameller işleyen, günahlardan sakınan, ibâdetlerini başkalarına duyurmak ve göstermek için değil, Allah için yapan müminlerdir. (İ. KARAGÖZ 4/30)
“Kuşkusuz, benim kullarıma karşı senin hiçbir tesir gücün yoktur; ancak azıp sapanlardan sana uyacak olanlara vardır.” Yâni benim uyacağım hak yol şudur: Senin kullarımın üzerinde, sapıklığı sebebiyle sana tâbi olmayı tercih edenlerin dışında, hiçbir etkin olmayacaktır. (S. HAVVÂ, 7/463)
(..) Şeytanın insanlar üzerinde hâkimiyet kurması, onları aldatma noktasında başarı göstermesi demektir ki, böyle bir başarı da delille ikna etmekle mümkün olabilir. O nedenledir ki, şeytanın bu noktadaki başarısı ya da başarısızlığı, musallat olduğu insanın irâdesini hâkimiyet altına alıp almamasına bağlıdır. Ancak, Kur’an bu husûsu açıklarken: ‘Gerçek şu ki, îman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur.’ (Nahl 16/99). ‘Onun (şeytanın) hâkimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allâh’a ortak koşanlaradır.’ (Nahl 16/100). Şeklinde ifâdeler kullanarak şeytanın müminlere yönelik bir hâkimiyetinin olmadığını ortaya koymaktadır. Böylece anlaşılmaktadır ki, şeytanın hâkimiyeti Allâh’a inananlar için değil, kötülüğün temsilcisi olan bu varlığın vesveselerine kulak verip, onun vaadlerine aldananlar için söz konusudur. (M. DEMİRCİ, 2/127, 128)
(43).‘Şüphesiz ki onların hepsine vâdolunan yer cehennemdir.’ Cehennem kelimesi Farsça asıllı, arapçalaştırılmış bir kelimedir. ‘Dibi uzak kuyu’ demektir. Cehenneme bu adın verilmesi, dibinin uzaklığından dolayıdır. Cehennem, yaratılmış varlıkların en büyüğü olup, Allâh’ın âhiretteki zindanıdır. (İ. H. BURSEVİ, 10/228)
(44).‘Onun, o cehennemin yedi kapısı vardır.’ Yâni gireceklerin çokluğundan dolayı yedi giriş kapısı veyâhut azgınlığın çeşit ve derecelerine göre, önce cehennem, sonra lezâ, sonra hutame, sonra saîr, sonra sekar, sonra cahim, sonra hâviye isminde yedi tabakası vardır. (ELMALILI, 5/212)
Bilindiği gibi, insanın sorumluluk organları sekiz tanedir: Kalp, dil, kulak, göz, el, ayak, ağız, cinsel organ. Bunların yedisi açık, birisi gizlidir ki, o da kalptir. Doğrudan doğruya Allâh’a bakan kalp kapısı açık olursa, bu sekiz organın her biri Allâh’ın emri üzere hareket ederek cennete birer giriş kapısı olabilir. Fakat içte ruh körlenmiş, kalp kapısı kapanmış bulunursa, dıştaki yedi organın her biri cehenneme açılmış birer giriş kapısı olurlar.(ELMALILI, 5/212)
15/45-50 TAKVA SAHİPLERİ CENNETLERDE
45, 46. Takvâ sâhipleri (Allâh’ınemirlerineveyasaklarınauygunyaşayıpsakınanlar) ise, cennetlerde ve pınar (baş)larındadır. Onlara: “Oraya selâmetle, emin olarak girin.” (denilir).
47. Onların kalplerindeki (hertürlü) kini söküp attık; (hepsi cennetlerde) kardeş olarak, karşılıklı tahtlar üzerinde (oturmakta)dırlar.
48. Orada, onlara hiçbir yorgunluk, bıkkınlık gelmez ve onlar, oradan çıkarılacak değillerdir.
49, 50. (Resûlüm!) Kullarıma haber ver ki: “Gerçekten ben, ancak ben, çok bağışlayan ve çok merhamet edenim. (Fakat) azâbım ise, o çok acıklı bir azaptır.”
45-50. (45).‘Biz, onların kalplerindeki kini söküp attık;’ Yâni bunlardan herhangi birisinin kalbinde dünyâ hayâtında iken öbürüne karşı yerleşmiş bir kin var idiyse, Allah cennette bunları çıkartacak ve kalplerini birbirine karşı hoşnut edecektir. Onların kalplerinden kin çıkarılmış, onun yerine sevgi yerleştirilmiştir. Dünyâ hayâtında birbirlerini sevenlerin huy, cennetliklerin huyundan olup, cennetteki nîmetlerden de kendilerine bir pay vardır. (S. HAVVÂ, 7/463)
(47).Öyle ki hepsi kardeşler olarak ‘karşılıklı tahtlar, karşılıklıköşklerüzerinde muhabbet ederler. Yânihiçbiri diğerine sırtını dönmeksizin yüzyüze birbirlerini severek yaşarlar. ‘Orada onlara hiçbir yorgunluk gelmez.’ Her ne isterlerse zahmetsiz, sıkıntısız, hemen meydana gelir; ‘hem onlar oradan çıkarılmayacaklardır.’ Sonsuza kadar orada ebedi kalacaklardır. (ELMALILI, 5/213)
(48).‘Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar oradan çıkarılmayacaklardır.’ Hadis: ‘Cennete girecek ilk zümrenin sûreti, dolunay sûretinde olacak, Onlar orada tükürmez, küçük ve büyük abdest bozmazlar, orada kapları, tarakları altın ve gümüşten, buhurdanlıkları güzel tütsü, terleri ise misk olur. Her birinin ikişer eşi olur. (Hadisin devamı var, Buhâri, Müslim’den, İ. H. BURSEVİ, 10/235)
Müttakîler cennetlerde pınarlar başında olacaklardır: İnsan sûresine bu pınarlar ve sular; kâfur, zencefil, selsebil, rahik ve tesnim isimleri ile tanıtılmaktadır. ‘Müminler katkısı kâfur olan içecekler dolu bir kadehten içerler. Bir pınar ki, Allâh’ın kulları ondan içer; o pınarı istedikleri şekilde fışkırtıp akıtırlar.’ (76/5-6). ‘Cennette kendilerine, katlısı zencefil olan içecekle dolu bir kâseden içilir. Orada bir pınar ki, ona selsebil adı verilir. Çevrelerinde, gördüğünde saçılmış inciler sanacağın, hep aynı gençlik ve güzellikte kalacak hizmetçiler dolaşır.’ (76/17-19; bk. 83/25-28; İ. KARAGÖZ 4/32)
(49).‘(Rasûlüm) Kullarıma haber ver ki: ‘Gerçekten ben, ancak ben, çok bağışlayan ve çok merhamet edenim.’ Buâyet, terğib (ümit aşılama, özendirme, 50. Âyette terhib (korkutma) maksadı taşımaktadır. Bu iki âyette insanlara, tasavvufi kaynaklarda havf ve recâ (= korku ve ümit)denilen bir ahlâki duyarlılık kazandırılması amaçlanmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/354)
Hadis: ‘Eğer Allah katındaki cezâyı bilseydi, hiçbir mümin cennete gireceğini ummazdı. Eğer rahmetinin çokluğunu bilseydi, hiçbir kâfir cennetten ümidini kesmezdi.’ (Müslim Tevbe 23, İ. KARAGÖZ 4/34)
Yüce Allâh’ın rahmet ve mağfireti, azâbından önce ve daha vurgulu olarak anlatılmıştır. Çünkü Allâh’ın rahmeti, gazabından daha geniştir. (Buhâri, Müslim). Yüce Allah ‘Dilediğim kimseye azap ederim, rahmetim ise herşeyi kapsamıştır’ (7/156) buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 4/34)
‘Kullarıma bildir’ demekle (buyurmakla) Allah, ibâdetleri eksik te olsa, Allâh’a sığınan herkesin, günahkâr bile olsa, rahmetine lâyık olduğunu anlatmak istemiştir. (KUR’AN YOLU, 3/355)
Rahmet ve mağfiretinden söz ederken, azâbından bahsettiği âyete göre, daha çok tekit / vurgu edatı kullanmakta, rahmetinin genişliğine özellikle vurgulamaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/355)
15/51-60 İBRAHİM (A.S.)’IN MİSÂFİRLERİ
51. (Rasûlüm!) Onlara İbrâhim’in (melek) misâfirlerini haber ver.
52. Hani vaktiyle, (misâfirmelekler) onun yanına girmişler de: “Selâm!” demişlerdi. (İbrâhimdeonlarınhazırlananyemeğiyemediğinigörünce🙂 “Doğrusu biz sizden korkuyoruz.” demişti. [bk. 11/69-70; 51/25-27]
53. (Melekler🙂 “Korkma, biz sana çok bilgin bir oğul (olanİshâk’ı) müjdeliyoruz.” dediler.
54. (İbrâhim🙂 “Yaşlılık gelip çatmışken bana müjde mi veriyorsunuz? Artık bana neyi müjdelersiniz?” dedi.
55. “Sana gerçeği müjdeledik. Artık ümit kesenlerden olma!” dediler.
56. (İbrâhimde: “Hakyoldan) sapanlardan başka Rabbinin rahmetinden kim ümit keser ki?” dedi.
57. (İbrâhim, onlarınmelekolduğunuanlayınca🙂 “Ey elçiler! (Bundansonra) işiniz nedir?” dedi.
58, 59, 60. Onlar: “Biz Lût âilesi hâriç, günahkâr bir topluma (onlarıhelâkiçin) gönderildik. Çünkü biz (RabbininemriyleLût’uninanmayan) karısı dışında bu âile (veinananlar)dan herkesi kurtaracağız.” dediler. (EyRasûlüm!) Onun geride kalan (vehelâkolan)lardan olmasını biz takdir etmiştik. [krş. 11/77-83; 66/10]
51-60. (51).‘haber ver’ Bu bildirme, kâfirlerin sûrenin baş tarafında teklif ettikleri meleklerin indirilmesi (15/7), sünnetini de tanıtmaktadır. Cenâb-ı Hak, melekleri ya bir Rasûlün şânı, şerefini yükseltmek (müjde için- Ö. ÇELİK) yâhut yalanlayanları azâba uğratmak için indirir. (S. HAVVÂ, 7/472)
Allâh-ü Teâlâ, rahmetinin genişliği ve azâbının şiddetli olduğunu târihten örnek göstererek ibret alınmasını istemektedir. (KUR’AN YOLU, 3/357)
(52).‘Doğrusu biz sizden korkuyoruz.’ Bir başka yerde Hz. İbrâhim’in onların selâmını aldığı, onlara yemek ikram ettiği (11/70), kendilerine ziyâfet olarak sunduğu yemeğe ellerini uzatmadıklarını görünce onlardan korkusunun sebebi zikrediliyor. (S. HAVVÂ, 7/473)
(53).‘Korkma demişlerdi, biz sana bilgin bir oğlan müjdeliyoruz.’ Müjdeledikleri bu oğlu, Hz. İshak’tır. (S. HAVVÂ, 7/473)
(55).‘Sakın ümitsizliğe kapılanlardan olma!’ uyarısı, Hz. İbrâhim’in şahsında, sıradan müminlere de bir uyarıdır. Çünkü bizzat kendisinin ‘Rabbinin rahmetinden, sapmışlardan başka kim ümit keser?’ şeklindeki sözünden anlaşılacağı üzere, bir peygamber için ümitsizlik söz konusu değildir. (KUR’AN YOLU, 3/357)
(58).‘Suçlu kavim’ den maksat, Hz. Lût’un peygamber olarak gönderildiği Sodom hâlkıdır. En büyük suçları ise, -aşağıda açıklanacağı üzere- eşcinsellikti. (KUR’AN YOLU, 3/358)
15/61-66 MELEKLER LÛT (A.S.)’IN YANINDA
61, 62. Elçi (melek)ler, Lût âilesine geldiği zaman (Lûtonlara): “Doğrusu siz, (bizce) tanınmayan kimselersiniz.” dedi.
63, 64, 65. (Onlarda🙂 “Hayır, biz sana, (kavminin) hakkında şüphe etmekte oldukları şeyi (oazâbı) getirdik. Sana hak(kınemri) ile geldik, elbette biz doğru söyleyenleriz. Hemen gecenin (son) bir kısmına doğru âileni (buradan) götür. Sen de arkalarından git. Sizden hiçbir kimse arkaya dönüp bakmasın (obelâyıgörmesin, kendisinedeazapisâbetetmesin). Emredildiğiniz yere (Şam’a) geçip gidin.” dediler. [bk. 11/81]
66. Böylece (Lût’a🙂 “Sabaha girerlerken muhakkak onların arkası (soyu) kesilmiş (tükenmiş) olacaktır.” diye hükmümüzü bildirdik.
61-66. (63).‘Gecenin bir bölümünde âile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü.’ Yâni onları sevk ve idâre etmek, çabucak götürmek ve durumlarını öğrenebilmek için arkalarında bulun. (İ. H. BURSEVİ, 10/250)
İbn-i Kesir, Rasûlullah (s)’in aynı şekilde ashâbını önünden gönderdiğine dikkati çekmekte ve şöyle demektedir: Rasûlullah (s) de gazâda aynı şekilde yapmakta idi. O ordunun arkasından gider, zayıf olanı kâfileye yetiştirecek şekilde gönderir ve kâfileden uzak düşmüş, yalnız kalmış kimseyi de bineğine alırdı. (S. HAVVÂ, 7/481)
‘Sizden hiç kimse, sakın dönüp de, ardına bakmasın,’ Arkalarına bakmamalarının istenmesi, o korkunç felâketi görmemeleri veya bu felâketin kendilerine de isâbet etmemesi yâhut hiç birinin yolundan geri dönmemesi veyâhut nefislerinin hicrete alışması içindir. (H. DÖNDÜREN, 1/442)
Bu âyetlerden şu husus anlaşılmaktadır: Nesep, akrabalık ve arkadaşlığa değil, faydalı ilme ve sâlih amele itibar edilir. Tıpkı Nuh (a.s.) ile oğlu (..) arasındaki babalık – evlatlık ilişkisinin fayda vermemesi gibi Lût (a.s.) ile karısı arasındaki zevciyet yakınlığı da karısına fayda vermedi. (İ. H. BURSEVİ, 10/251)
15/67-77 BENİ REZİL ETMEYİN
67. (Sodom) şehr(ininahlâksızeşcinsel) halkı, (onlarakötülükyapmakiçin) sevine sevine (misâfirlerinyanına) geldiler.
68, 69. (Lûtonlara) dedi ki: “Hakikaten bunlar benim misâfirlerimdir, (onlarakötülükederek) beni rezil etmeyin.” 69. “Allah’tan korkun ve beni mahcup etmeyin!”
70. (Kavmide🙂 “Biz seni, başkaların(ınişinekarışman)dan yasaklamadık mı?” dediler.
71. (Lût🙂 “Eğer (dediğinizi) yapanlarsanız işte kızlarım (sizionlarlaevlendireyim).” dedi. [bk. 11/78; 26/165-166]
72. (Rasûlüm!) Hayâtın hakkı için doğrusu onlar sarhoşlukları içinde şaşkınca bocalıyorlardı.
73. Derken güneş doğarken onları (volkanik bir patlamasonucu oluşan) korkunç bir ses yakaladı.
74. Bir anda (şehirlerin) üstünü altına geçirdik ve üzerlerine de pişirilmiş çamurdan taş yağdırdık.
75. Elbette bunda ince anlayışlılar için nice ibretler vardır.
76. Ve o (şehrinharâbeleri,) bir yol üzerinde (hâlâ) durmaktadır. (Bunlardanibretalsalarya!)
77. Şüphesiz bunda inananlar için bir ibret vardır.
67-77. (67).‘Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak (meleklerin yanına) geldiler.’ Bu ifâde tarzıLût kavminin pislikte, fuhuşta anormal sapık cinsel ilişkide ulaştığı iğrençliğin, alçaklığın boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu iğrençliği şehir hâlkının topluca gelişlerini, bu gençlerin geldiklerini haber almaktan dolayı duydukları sevinci ve onlarla açıktan açığa sataşmaya kalkışmalarını canlandıran bu sahne de ortaya koymaktadır. Bu kötülüğü işlemek istediklerini yüz kızartıcı bir şekilde açıkça dile getirmeleri – kötülüğün kendisinden öte – iğrenç bir davranıştır. (..) İnsanlar kendilerinin bu durumlarından haberdar olmasından utanç duyarlar. Bozulmamış bir fıtrat, bu duyguyu tabii ve hattâ meşru yollardan tatmin ederken bile, gizleme gereği duyarlar. Bâzı hayvan türleri de cinsel ilişkilerini gizlerler. Ama bu uğursuz kavim, sapıklıklarını açıkça duyuruyorlar, topluca böyle bir ilişkiye girebiliyorlar. Gruplar hâlinde sevinç içinde böyle bir iğrençlik işlemeye koşabiliyorlar. Hiç kuşkusuz bu aşağılık durumun eşi görülmüş değildir. (S. KUTUB, 6/496)
Bu onların toplum olarak, bütün nâmus duygularını yitirdiklerini ve böyle ahlâksızca bir isteği açıktan söylemekten hiçbir utanç duymadıklarını göstermektedir. Böyle ahlâksız isteği, Lût peygambere teklif edebilmeleri, bu büyük günahın ne denli yaygın olduğunu göstermektedir. (MEVDÛDİ, 2/544)
(71).Lût (a.s.) onları son defa ‘İşte kadınlar, benim kızlarım (nikâh) yaparsanız’ diyerek, onları arzularını meşru ve ahlaki yollardan karşılamaya çağırdı. Bu sözüyle Lût (a.s.) bir peygamber olarak kendisini ümmetinin babası yerinde görüyor, dolayısıyla ümmetinin kızlarını da kendi kızları kabul ediyor. (KUR’AN YOLU, 3/360)
(73).‘Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.’ Nihâyet ortalık aydınlanırken, yâni hiç beklemedikleri bir saatte, korkunç ses onları yakalayıverdi. Ardından ülkeleri harap oldu. Üzerlerine pişmiş çamurdan oluşan taşlar yağdı. (KUR’AN YOLU, 3/361)
Lût kavminin yaşadığı yerler depreme ya da yanardağ patlamasına benzer bir olayla yerin dibine geçirilmişlerdir. Bilindiği gibi bu patlamalar sonucu, yer çökmesi, kızgın çamura bulaşmış taşların etrafa saçılması ve şehirlerintopyekünyeryüzündensilinmesigibi olaylar meydana gelir. Bugünkü Lût gölünün o olaydan sonra Sodom ve Gomore şehirlerinin yerin dibine geçirilmesi ve bunların yerine suyun dolması sonucu oluştuğu söylenmektedir. (..) Biz kesinlikle biliyoruz ki, Yüce Allah belli bir amaç uğruna, belli durumlarda, belli olaylar için özel kaderler belirler. BuyüzdenLûtkavmininsoyunukurutanolayınbildiğimizbirdepremolması, biryanardağpatlamasıolmasızorunludeğildir. Yüce Allah, dilediği bir şey uyarınca dilediği bir şeyin gerçekleşmesi için, dilediği bir zamanda, dilediği bir olayı başlarına getirmeyi öngörmüştür. İşte biz, bütün peygamberlerin mucizelerini bu îmâni yöntemle açıklıyoruz. (S. KUTUB, 6/497, 498)
(76).‘Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedir.’ Onların helâk edilen şehirlerinin harâbeleri ibret almak isteyenler için bugün bile ayakta durmaktadır. Bunlar, Arabistan’dan Suriye ve Mısır’a giden yol üzerindedir. O yoldan seyahat edenler, Ölü Deniz olarak bilinen Lût Gölü’nün güneydoğusunda bu harâbelerin izlerini görebilirler. (Ö. ÇELİK, 3/31)
15/78-84 HİCR VE EYKE HALKI
78, 79. Gerçekten (Şuayb’ınkavmiolan) Eyke hâlkı da zâlim (kimseler) idiler. 79. (Bizde) onlardan intikam aldık ve (SodomveEykeyerlerinin) ikisi de apaçık ön(ünüzdeyolüzerin)dedir.
80, 81. Andolsun ki (Sâlih’ingönderildiğiSemûdkavmiolan) Hicr hâlkı da peygamberleri yalanladılar. 81. Biz onlara âyetlerimizi verdik de (onlar) bunlardan yüz çevirdiler.
82. (Onlartehlikelerekarşı) dağlardan emniyetli evler oyup yontuyorlardı.
83, 84. Sabaha girerlerken o korkunç ses onları yakaladı. 84. Kazandıkları (veyaptıkları) şeyler, kendilerine fayda sağlamadı.
78-84. (78).‘Eyke hâlkı da gerçekten pek zâlim kimselerdi.’ Eyke, Medyen gibi Şuayb (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği yerin ismidir. Mısır ile Filistin arasında bulunur. Burada yaşayan insanlar. Allâh’a şirk koşmak, peygambere karşı gelmek, yol kesmek, ölçü ve tartıda haksızlık yapmak sûretiyle zulmetmişlerdi. (7/85-95, 11/84-95) (Ö. ÇELİK, 3/31)
(..) Eyke halkı, Şuayb’ı dinlemediler ve kötü davranışlarını terk etmediler. Nihâyet yüce Allah, Eyke halkı üzerine şiddetli bir sıcak musallat etti. Bu sıcak yedi gün sürdü. Sonra üzerlerine bir bulut geldi. Sıcaktan kaçıp hepsi bulutun altına toplandılar. Buluttan ateş yağdı, hepsi yandı. (26/187-189). Deprem ile evleri yıkıldı ve yok oldular. (7/91, 11/85-95, 26/176-189, 29/37, İ. KARAGÖZ 4/45)
(80).‘Yemin olsun ki, Hicr halkı da peygamberleri yalanladı.’ Hicr, Sâlih (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği Semûdkavminin yaşadığı bölgenin ismidir. Medîne ile Tebük arasında bulunur. Semûd kavmi de, peygamberleri olan Hz. Sâlih’i yalanladılar. Gösterdiği deve mûcizesini inkâr ettiler. Hatta onu haksız yere boğazlayıp, Allah’’ın emrine karşı geldiler. Dağları yontarak, sırf taştan oyma evler yaptılar. Bu evler, hak ettikleri cezâyı savmaya yetmedi. Bir gün sabah vaktine girdikleri sırada korkunç bir ses onları yakalayıp helâk ediverdi. (7/73-79, 11/61-68) (Ö. ÇELİK, 3/32)
Hadis: Rasûlullah (s) Tebük gazvesi sırasında Hicr denilenyerdekonakladığında ashâbına, oranın kuyusunda su içmemelerini ve kuyudan su çekmemelerini emretti. Ashâb-ı kiram (r) ‘Biz o suyla hamur yoğurduk ve oradan su çektik’ deyince, Allah Rasûlü (s) kendilerine, ‘o suyu dökmelerini ve hamuru da bir kenara atmalarını’ emretti. (Buhâri Enbiyâ 17’den, Ö. ÇELİK, 3/34)
O bu hareketi ile insanın başına bir belâ geleceği ya da karakterinin onların karakterinden etkilenebileceği korkusu ile zâlimlerin yaşamış olduğu yerlerde yerleşmemesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü onların kalıntıları, hâllerini hatırlatır. Belki de bu, kalp katılığına ve zorbalığa sebep olur. (İ. H. BURSEVİ, 10/273)
(84).‘Yaptıkları da kendilerine bir fayda sağlamadı.’ Onların sağlam ev (ler) yapmaları, değerli mallar toplamaları, cimrilik göstererek, dişi devenin içmesini istemediklerinden ve suyu azaltmasın diye, nihâyet onu kesmelerinin ve böylece iyi bir mahsul alacaklarını bekledikleri ekin ve meyvelerinin onlara hiçbir faydası olmadı. (S. HAVVÂ, 7/477)
15/85-91 KIYÂMET MUTLAKA GELECEK
85. (Ey Peygamberim!) Gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri ancak hakka ve hikmete uygun yarattık. (Beklenen) o saat mutlaka gelecektir. Şimdilik sen (oinkârcılarınverdiklerisıkıntılara) aldırış etmeyip hoşgörülü davran.
86. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz ki Rabbin, çok yaratan, ve (herşeyi) pek iyi bilendir.
87. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki biz sana (herrekâttavedaima) tekrarlanan yedi âyet (olanSûre–iFâtiha’y)ı ve bu büyük Kur’ân’ı verdik.
88. (Ey Peygamberim!) Kâfirlerden birkısmını faydalandırdığımız (servetvebenzeri) şeylere aslâ gözünü dikme (imrenme), onlardan dolayı üzülme, mü’minlere de (şefkat) kanadını yay (onlarakolkanatger). [bk. 20/131]
89. Ve (Rasûlüm! Kâfirlere) De ki: “Şüphesiz ben, (sizegelecekazâbakarşı) açıkça uyarıcıyım!”
90, 91. (Ey Peygamberim!) Biz, (birkısmınainanıpbirkısmınainanmamakveyayürürlüktenkaldırmakiçinkitaplarını) bölük bölük yapan (yahûdivehıristîyan)lara uyarıcı azap indirdiğimiz gibi (yineindiririz). 91. Onlar ki, (şimdi de) Kur’ân’ı (bir kısmını kabul, bir kısmını reddederek) paramparça ediyorlar.
85-91. (85).‘Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları ancak hak ile yarattık.’ ‘Hak’ kelimesi, yüce Allâh’ın her bir varlığı boş yere değil, bir amaca ve hikmete, bir ölçü ve dengeye göre yarattığını ifâde eder. Her varlığın bir görevi, her yaratılanın bir hikmeti vardır. İnsanlar, cinler ve melekler, Allâh’a kulluk için, diğer varlıklar insanlarahizmet ve nîmet için yaratılmışlardır. (2/29, 31/20, 51/56) İnsan ve cinlerin dışındaki varlıklar, yaratılış gâyesine uygun hareket ederler. İnsanlar ve cinler, yaratılış gâyesine uygun hareket edip etmediklerine göre ödüllendirilecek veya cezalandırılacaklardır. Şu âyetler bu âyetin tefsiri mesabesindedir: ‘Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık.’ (38/27; bk. 23/115, 53/31; İ. KARAGÖZ 4/48)
Allah, âlemi onda olup bitenleri haksızlık ve zulme göre değil, insaf ve adâlet ölçülerine göre yaratıp yönetmektedir. Geçmişte, bâzı kavimlerin başına birtakım felâketler gelmişse, bu Allâh’ın haksızlık yapmayı istemesinden değildir. Allah, o kavimlere hâllerini düzeltmeleri için peygamberler göndermiş, onlar bildiklerinden şaşmamışlardır. (KUR’AN YOLU, 3/366)
‘Şimdilik onlara güzel muâmele et.’ Yâni seni yalanlayanlardan güzel bir şekilde yüz çevir, eziyetlerine tahammül et, intikam almakta aceleci olma. (İ. H. BURSEVİ, 10/276)
‘.. kavmine güzel bir şekilde, hoşgörü ile muâmele et.’ ‘safh-ı cemil’ Bu davranışı güzel bir şekilde, öfkeye kapılmadan, mümkün olduğunca yumuşakdavranarak, kırmadan ve incitmeden yapmaktır. Şu âyet (..) de bu husûsu ifâde etmektedir: ‘(Ey Peygamberim!) Şimdi sen onlara karşıhoş görülü ol ve ‘size selâm olsun’ de. Onlar yakında bilecekler.’ (43/89; İ. KARAGÖZ 4/49))
Eğitim, irşad faaliyeti gösterenler, ümitsizliğe, öfkeye kapılmamalı, yumuşak davranmalı, kırmamalı, incitmemeli. (KUR’AN YOLU, 3/367)
(87).‘Andolsun ki biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve Yüce Kur’ân’ı verdik.’ Yâni yedi âyetten ibâret olan Fâtiha sûresini verdik. Çünkü Fâtiha Sûresi’nin okunması, namazda tekrarlanmaktadır. Yâhut buradaki ‘mesâni’, senâdan gelir. Çünkü Fatiha Sûresi, Allahü Teâlâ’yı hamd–üsenayı içermektedir. (S. HAVVÂ, 7/484)
Hadis: Ümmü ‘l Kur’ân (Fâtiha) o tekrarlanan yedi âyettir. Ve bana verilen Yüce Kur’ân’dır. (Buhâri, ELMALILI, 5/221)
Burada sözü geçen ‘tekrarlanan yedi’den kasdın, Kur’ân-ı Kerim’de sık sık tekrarlanan emir, nehiy, müjdeleme, uyarma, misâller, nîmetler ve haberler olduğuna dâir görüş belirtenler de vardır. (S. HAVVÂ, 7/492)
(88).‘Sakın onlardan bâzı sınıflara verdiğimiz dünyâ malına göz dikme.’ ‘Onlardan’ ifâdesindeki kasıt, zengin kâfirlerdir. Yâni onların mallarının, sâhip oldukları kadın ve başka şeylerin benzerinin senin de olmasını temenni etme! Sana büyük nîmet, o da Kur’ân-ı Azim verilmiş bulunuyor. (S. HAVVÂ, 7/485)
‘Müminlere karşı tevâzu kanatlarını indir.’ Hitap, Peygamberinşahsındabütünmüminleredir. ‘Andolsun ki, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, o, izzet sâhibidir, sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; o size çok düşkündür; müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.’ (9/128) Müminler de merhametli, şefkatli ve onurlukimselerdir. ‘Müminler kâfirlere karşı onurlu ve çetin, birbirlerine karşı methametlidirler.’ (48/29; İ. KARAGÖZ 4/53)
İbn-i Abbas şöyle demekte: ‘Kişiye, arkadaşına verilmiş olan şeyleri temenni etme yasaklanmıştır. (S. HAVVÂ, 7/493)
(90).‘Nitekim biz (Kur’ân’ı) kısımlara ayıranlara azâbı indirmişizdir.’ 90. Âyette sözü edilen ‘muktesimîn’ / taksim ediciler’den maksat şunlar olabilir: (a) Tevrat ve İncil’i kendi içinde bölümlere ayırıp, işlerine geleni alıp, işlerine gelmeyeni almayan Yahûdi ve hıristîyanlar(dır). (Bakara, 2/85). (b) Ra’d 36. Âyette geçtiği üzere hoşlarına giden bir kısmına inanıp, bir kısmını da inkâr etmek şeklinde Kur’ân’ı parça parça etmek isteyen ve kendi içlerinde de muhtelif kısımlara ayrılmış bulunan Yahûdi ve hıristîyanlar(dır). (c) Hac ve panayır zamanlarında Mekke sokaklarını taksim ederek, insanları İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışan Mekke müşrikleri(dir). (Ö. ÇELİK, 3/38, 39)
(91).‘Onlar ki, (şimdi de) Kur’ân’ı (bir kısmını kabul, bir kısmını reddederek) paramparça ediyorlar.’ Allâh’ın kitabı bir bütündür, hükümleri geneldir. İnsanlar, içinde yaşadıkları zamâna, şartlara, ihtiyaçlara, bilgi ve kültür düzeylerine göre vahiy billûruna farklı açılardan bakabilirler; orada farklı renkler görebilirler, onu az çok farklı yorumlayıp algılayarak ondan değişik biçimde yararlanabilirler. Ancak ‘şurasını, burasını, şu hükmünü, bu hükmünü kabul ediyorum, şu hükümler târihte kalmıştır, uygulanamz ve değişmesi gerekir’ diyemezler, dememeleri gerekir. (İ. KARAGÖZ 4/55)
15/92-99 HEPSİNİ SORGUYA ÇEKECEĞİZ
92, 93. (Ey Peygamberim!) Rabbine andolsun, onların (Kur’ân’ı parçalayanların) hepsine yapmakta oldukları şey(inhesâbın)ı mutlaka soracağız.
94. (Ey Peygamberim!) Artık sana emredilen şeyi (yılmadan) açıkça söyle ve müşriklere aldırma!
95, 96. (Ey Peygamberim! SeninleveKur’ânile) alay edenlere ve Allah ile berâber başka bir tanrı tanıyanlara karşı biz sana yeteriz. Onlar yakında (başlarınagelecekfelâketleri) bilecekler. [krş. 9/31]
97. (Ey Peygamberim!) Andolsun biz (müşriklerin) söyledikleri sebebiyle şüphesiz senin göğsünün daraldığını biliyoruz.
98. (Ey Peygamberim!) Rabbini hamd ile tesbih et (“SübhânAllahivebihamdih” de) ve secde edenlerden ol.
99. (Ey Peygamberim!) Sana (gelmesi) kesin olan (ölüm) gelinceye kadar da Rabbine ibâdet et.
92-99. (92).‘.. hesâbını mutlaka soracağız.’ Âyetteki ‘sual’ kelimesibilgi amaçlı sormak anlamında olmadığına şu âyet delildir: ‘İşte o gün, ne insanane de cine günahı sorulmayacaktır.’ (55/39). Bu âyette geçen ‘sual’ bilgi edinme, ortaya çıkarma anlamında bir sorudur. Böyle bir soru sorulmayacaktır. Çünkü suçlarını sormaya gerek yoktur, suçlu oldukları sîmâlarından belli olduğu gibi, suçları da tespit edilmiş, delilleriyle birlikte amel defterine kaydedilmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/56)
(94).‘Sen sana emrolunanı tebliğ et.’ Çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiç bir şeyden çekinmeyerek emrolunduğunu açıkça beyan et ve görevini yerine getir. (ELMALILI, 5/223)
İbn-i Mes’ud dedi ki: Peygamber (s) Yüce Allah’’ın ‘Artık sana emredileni açıktan açığa bildir’ buyruğu ininceye kadar gizli kalmaya devam etti. Bu buyruk üzerine kendisi ve ashâbı açıkça ortaya çıktılar. (S. HAVVÂ, 7/495)
‘ve müşriklerden yüz çevir.’ Sözlerine kulak verme. Yaptıklarına aldırma. Kendilerine önem verme. (ELMALILI, 5/223)
(98).‘Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!’ Hadis: Kimgündeyüzkere ‘Sübhâna ‘llâhi ve bi hamdihi’ derse, hatâları deniz köpüğü kadar olsa bile bağışlanır. (Buhâri, Müslim). Âyetin sonundaki ‘Secde edenlerden ol!’ ifâdesi, namaza devam edenlerden ol, demektir. (H. DÖNDÜREN, 1/443)
‘Elhamdü lillâh’ Övgü, zikir, şükür, nîmeti ikrar, minnet ve duâ cümlesidir. ‘Elhamdü lillâh’ diyen insan, yaratan, yaşatan, bütün nîmetleri var eden ve kemâl sıfatları ile muttasıf olan Allâh’ı anmış, övmüş, nîmetlerini ikrar etmiş, minnet duymuş, O’na duâ ve verdiği nîmetlere şükretmiş olur. Her işe Allâh’a hamdederek başlanır ve her nîmete karşı Allâh’a hamdedilir. (İ. KARAGÖZ 4/59)
Hadis: ‘Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir.’ (Müslim Salât 215; İ. KARAGÖZ 4/60)
‘.. secde edenlerden ol’ , namaz kılanlardan ol, demektir. ‘Secde et’ yerine, ‘secde edenlerden ol’ buyurulması, Müslümanların hak yolunda birlikte davranmalarına, aynı inancı ve dînî davranışı paylaşmalarına işâret vardır. (İ. KARAGÖZ 4/61)
Resûlullah bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldığı zaman namaza koşardı. (S. HAVVÂ, 7/496)
(99).‘ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!’ Rabbine ibadetin sürekli olsun. Bu buyruk, ibâdet alanının oldukça geniş olduğunun delîlidir. Allâh’a itaat olma özelliğini taşıyan her amel, ibâdettir. Hattâ mubah olan bir iş, sâlih bir niyyet ile yapılacak olsa, o bile ibadettir. (S. HAVVÂ, 7/488)
Yakîn: Bu kelimenin anlamı, ‘kesin bilgi’ demektir. Burada ölüm anlamında kullanılmıştır. Çünkü ölüm ânında gözlerden perdeler kalkmakta, gaybi olarak inanılan şeyler hakkında kesin bilgiye ulaşılmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/40)
İbâdet: Îman edip, Allâh’ın emirlerini uygulamak, yasaklarından kaçınmakve Allâh2ın rızasına uygunhareket etmektir. (İ. KARAGÖZ 4/61)