25 / Furkan Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 77 âyettir. 68-70. âyetlerin Medîne döneminde indiği rivâyet edilir. İsmini birinci âyette geçen aynı kelimeden almıştır. Furkân, “hakkı bâtıldan ayıran” demektir ve aynı zamanda Kur’ân’ın bir adıdır. (H. T. FEYİZLİ, 1/358)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
25/1-6 ÂLEMLERE UYARICI OLSUN DİYE ALLAH FURKÂN’I İNDİRDİ
1. Âlemleri (insanlarvecinleri) uyarsın diye kulu (Muhammed’)e Furkân’ı (Kur’ân’ı) indiren (Allâh’)ın şânı yücedir (hayırvebereketiçoktur). [bk. 17/1; 18/1-4]
2. O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü ve hâkimiyeti O’nundur. O, hiç çocuk edinmemiştir. Mülkünde ve hükümranlığında O’nun hiçbir ortağı yoktur. O, her şeyi yaratmış, (özelliklerini, miktârınıvemukadderâtını) bir ölçüye göre takdir etmiştir.
3. (Müşrikler) O’ndan başka birtakım ilâhlar edindiler, oysa onlar hiçbir şey yaratamazlar, zâten kendileri yaratılmışlardır. Onlar ne kendilerine gelen bir zarar(ısavuşturabilir) ne de kendilerine bir fayda sağlayabilirler. Onlar, öldürmeye, yaşatmaya ve ölüleri (âhirethayâtıiçin) diriltip kaldırmaya muktedir değildirler.
4, 5. Kâfirler: “Bu (Kur’ân) onun uydurduğu (düzmece) bir yalandan başkası değildir; başka bir topluluk (olanYahûdivehıristiyanlar) da ona yardım etti.” dediler. Böylece haksız ve asılsız bir söz (yalan) uydurdular. 5. “(Buâyetler) evvelkilerin masallarıdır. Onları (peygamberbirbaşkasına) yazdırmıştır. Sabah akşam onlar kendisine (ezberlemesiiçin) okunmaktadır.” dediler. [krş. 16/24]
6. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “Onu, göklerin ve yerin sır(la)rını bilen (Allah) indirdi. (Çünkü) O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [bk. 6/59; 14/38]
1-6. (1).’Furkan’ı kuluna âlemleri uyarmak üzere indiren Allâh’ın şânı ne yücedir!’ Tebâreke, ‘Teâlâ’ gibi (..) Allah’tan başkasına isnat edilmez. Türetilmesinde ‘bereket’ maddelerinin bu mânâ ile açık bir ilişkisi vardır. Bereket ise, bir şeyde ilâhi hayrın devamlı ve kararlı olmasıdır ki, ‘suyun havuzda birikip yükselerek durması’ anlamından alınmıştır. İlâhi hayrın bulunduğu şeye mübârek denilir. (ELMALILI, 6/46)
‘Allâh’ın şânı ne yücedir’ buyruğunun mânâsı; hayrı artıp durmakta, çoğalmakta veya herşeyden fazla bulunmaktadır. O, sıfat ve fiillerinde yüce ve münezzehtir. Bu kelime, bir ululama kelimesi olup, yalnızca Allah için kullanılır. (S. HAVVÂ, 10/171)
‘Furkân’ı indiren’ Furkan, Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden biridir. Mânâsı: ‘Hakla bâtılı, doğruyla eğriyi, helâlle haramı birbirinden ayıran’ demektir. Bu mânâsıyla Furkan, peygamberlere gelen ilâhi vahiylerin ortak vasfıdır. (bk. Enbiyâ, 21/48; Ö. ÇELİK, 3/554)
‘âlemleri uyarmak üzere’ Allâh’ın Rasûlü, insanlarıyla, cinleriyle bütün âlemlere bir inzar edici yâni korkutucudur. Bu her şeyi açıklayan azim, Mübin ve büyük bir Furkan kıldığı bu muhkem kitabı, onun üzerine indirmesinin sebebi, dünyânın neresinde olursa olsun, ister yerleşik, ister göçebe olsun, herkese elçi olarak gönderilmiş olmak özelliğini ona kazandırmaktır. (S. HAVVÂ, 10/171)
(2).’Göklerin ve yerin mutlak mülk ve egemenliği O’nundur.’ Gerek gökler ve gerek yer ve gerek bunlardaki yukarı ve aşağı bütün şeylerden mülk, yâni tam tasarruf yetkisi, yaratmak, yok etmek, yaşatmak, öldürmek, gerektiği şekilde dilediği gibi buyruk ve yasaklarıyla egemen olmak, saltanat, şehinşahlık hep O’nun, yalnız O’nundur. Başkasına bağımlı olmadığı gibi, ortaklığı da yok(tur). (ELMALILI, 6/52)
‘..çocuk edinmemiştir.’ Yahûdilerle hıristiyanların Hz. Uzeyr ile, Hz. Mesih hakkında ileri sürdükleri gibi, O’nun çocukları yoktur. Müşriklerin ileri sürdükleri gibi, ‘Mülk ve egemenlikte ortağı yoktur.’ Karanlık ve aydınlık, Yezdan ve Ehrimen şeklinde iki tanrının varlığını kabul eden Mecûsiler de mülkte ortağı olduğunu ileri süren müşriklerdendir. (S. HAVVÂ, 10/171, 172)
Allâh’ın mülkünde ve hükümranlığında ortağı yoktur: Âlemde var olan herşeyin mâliki ve kâinâtın yegâne yöneticisi yüce Allah’tır. Yüce Allâh’ın ilâh, mâlik, yönetici, yaratcı ve mabut oluşunda hiçbir ortağı yoktur. (18/26) ‘Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı, her ikisi de mutlaka fesâda uğrardı. Muhakkak ki, Arş’ın sâhibi Allah, insanların nitelendirdikleri şeylerden münezzehtir.’ (21/22, 23/91, 17/42, 43; İ. KARAGÖZ 5/189)
‘Herşeyi yaratmış ve bir ölçüye göre takdir buyurmuştur.’ ‘Herşey’ , kükçük büyük, canlı cansız, yerde ve göklerdeki bütün varlıkları belirtir. ‘yaratmak’, yüce Allâh’ın sıfatlarından biridir. Yaratıcı olmayan, ilâh olamaz. Allah’tan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Yegâne yaratıcı yüce Allah’tır. Allah dışındaki her varlık yaratılmıştır. (İ. KARAGÖZ 5/190)
‘.. onu takdir etti’ cümlesindeki ‘onu’ ile maksat, ‘herşey’dir. Takdir etmek, varlıklara şekil, biçim, özellik ve yetenek vermek, yaşama ve çalışma düzeni belirlemek demektir. Yüce Allah, bütün varlıkları bir amaca yönelik olarak mükemmel bir şekilde (27/88, 55/1-13) var etmiş, her birine görevini ve özelliğini bildirmiş, varlık âlemine deüişmez bir düzen kurmuştur. Bu düzen hiç değişmeden ve aksamadan devam etmektedir. (21/22, 67/3, 4; İ. KARAGÖZ 5/190)
Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamânını, yerini, diğer varlıklarla uyumlu ilişkisini düzenlemiştir. (S. KUTUB, 7/524)
Gerçeğine erişilmez bir takdir ile her birine bir sınır ve ölçü belirleyerek hikmetine göre, dilediği gibi hepsini bütün sonuçlarıyla hazırladı. O’nun için güçlük yok, her şey bütün mukadderâtı ile O’nun kudret eli altında, kul, yaratılmış olup, hepsini dilediği gibi kullanır, böylece herşeyin bir sınır ve ölçüsü var ki, onu aslâ aşamaz. O’nun kudretine ise sınır ve son yok, bundan dolayı hiçbir şey, yaratılmış olma sınırını aşıp ta O’na ortak olmaya güç yetiremez. (..) (ELMALILI, 6/52)
Allahkâinattaherşeyiyaratmaklakalmamış, aynı zamanda herşeye biçim, şekil, potansiyel güç, nitelik, süre, gelişme sınır ve miktarı ve daha pek çok şeyler vermiştir. Sonra, kendine ayrılan alanda fonksiyonunu yerine getirebilmesi için de rızık ve araçlar yaratmıştır. (MEVDÛDİ, 3/513)
A Cressy Morrison’dan: İnsanın dehşete düşmesini gerektiren hâllerden birisi de tabiat düzeninin bu kadar üstün bir hassâsiyetle düzenlenmiş olmasıdır. Çünkü eğer yer kabuğunun kalınlığı şimdiki hâlinden birkaç ayak (feet) kadar daha kalın olsaydı, karbondioksit oksijeni emer ve bitkilerin hayat bulmasına imkân kalmazdı.
Hava tabakasının kalınlığı, ikinin gerek duyacağı, mikropları öldürmeye elverişli, vitaminleri üretebilecek ve insanlara da zarar vermeyecek şekilde, kimyevi etkiye sâhip ışınların geçebilmesi için gerekli olan miktar ne kadarsa aynen o da o kadardır. Bu ışıkların insana zararlı olması ise, ancak kişinin kendisini gereğinden daha uzun bir süre bu ışıklara mâruz bırakması hâlinde söz konusu olur. Zaman boyunca ve büyük çoğunluğu zehirli olan yeryüzünden çıkan gazlara rağmen hava yine gerçekte hiç kirlenmeksizin kalmakta, insanın var olması için gerekli oranları değişmemektedir. Şu muazzam denge tekerleğini, işte hayâtın, gıdânın, yağmurun, mûtedil iklimin, bitkilerin ve sonuçta bizzat insanın kendisinin hayat kaynağını teşkil eden dünyâyı kuşatmış bu suyun geniş kütlesi teşkil etmektedir.
Bir başka bölümde şöyle demektedir: eğer havada bulunan oksijen mikdârı yüzde 21 yerine meselâ yüzde 50 veya daha fazla olmuş olsaydı, dünyâda bulunan yanabilecek bütün maddeler yanmak tehlikesiyle mâruz kalırdı. O kadar ki herhangi bir ağaca isâbet eden ilk yıldırım kıvılcımı kesinlikle bir ormanı âdetâ patlama noktasına gelecek şekilde ateşe verirdi. Eğer havada bulunan oksijen oranı yüzde 10 veya daha az miktâra düşecek olsa, o takdirde belki de hayat çağlar boyunca buna kendisine adapte edebilirdi; fakat böyle bir durumda insanın alışageldiği – meselâ ateş gibi – medeniyetin birçok unsurundan mahrum kalabilirdi.
Haşerelerin insan gibi akciğerleri yoktur. Onlar birtakım borular aracılığı ile teneffüs yaparlar. Haşereler gelişip büyüdükleri takdirde bu borular hacminin büyümesi oranına uygun bir şekilde ona ayak uyduramaz. Bu bakımdan kesinlikle birkaç inçten daha uzun hiçbir haşere bulunamaz. Ve çok azı müstesnâ boyları uzamaz. Haşereler teneffüs organlarının oluşumu ve teneffüs şekli sebebi ile büyük hacimli haşerenin varlığı mümkün değildir. Haşerelerin bu oranda gelişmesi, onların bütün olumsuz ilerlemelerini dizginlemiş, bütün dünyâya egemen olmasını engellemiştir. Şâyet bu tabii dizgin bulunmamış olsaydı, yeryüzünde insanın var olmasına imkân kalmazdı. Fıtri hâliyle kalmış ve iriliği itibâri ile aslana yakın veya öyle bir hacimde eşek arısı ile karşılaşmış olduğunuzu düşünün!
İşte her geçen gün insan ilmi yaratmadaki hayret verici takdirinin bir kısmını, kâinattaki hassas idâresinin bir parçasını keşfedebiliyor. Ve böylelikle insan, yüce Allâh’ın kuluna indirmiş olduğu Furkân’ında yer alan; ‘her şeyi yaratmış ve bir ölçeğe göre takdir buyurmuştur.’ (Âyet 2) buyruğunun mânâlarından bir mikdârını idrak edebiliyor. (S. KUTUB, 7/524-527’den, S. HAVVÂ, 10/172, 173, 175)
(3).’Kâfirler ) O’nu bırakıp (Allah’tanbaşka) bir şey yaratamayan aksine kendileri yaratılmış olan (ulûhiyet / ilâhlık, mülk ve egemenlik, yaratmak ve kudret itibâriyle eşsiz olanı bir kenara bırakarak; âciz, hiçbir şey yaratmaya gücü yetmeyen, aksine kendileri yaratilân) ‘ve kendilerine fayda veya zarar veremeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar hayat vermeye gücü yetmeyen şeylere ibâdet ediyorlar.’ (S. HAVVÂ, 10/172)
‘ilâhlar’: Kelimeler son derece kapsamlı olup, ister Allâh’ın yarattığı melekler, cinler, peygamberler, velîler, güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, ırmaklar, hayvanlar vs. olsun, isterse insan yapısı taştan putlar olsun, müşriklerin tapındığı tüm sahte tanrıları içine almaktadır. (MEVDÛDİ, 3/514)
(4).’Kâfir olanlar dediler ki…’ Kureyşliler bu sözleri söylemişti. Her kâfir, özellikle çağımızda müsteşrik ve misyonerlerin bu konuda zâlimce düşünüş ve felsefe üretenlerin büyük çoğunluğu da böyle söylemektedir. ‘Bu Kur’ân ancak onun bir uydurmasıdır.’ Onun tarafından uydurulmuş bir yalandır. ‘ve ona bu hususta bir başka topluluk da yardım etmiştir.’ Yâni o Kur’ân-ı Kerîm’i derleyip toparlamak için başkalarının da yardımını almıştır. Misyoner ve müsteşrikler, – kendi iddialarınca – Muhammed (s)’in yardımını aldığı bu Kur’ân’ın kaynaklarına dâir – birçok eserler yazmışlardır. Böylece her çağda kâfirlerin mantıki yapılarının aynı olduğunu görüyoruz. (S. HAVVÂ, 10/179, 180)
‘Onlar haksız ve asılsız söz uydurdular.’ Onlar haksızlık yapmışlardır. Çünkü Rûmi asıllı ve Arap olmayan birisi, Arap olan bir peygambere Arapça olan bir söz telkin etmiştir, demektedirler. Ve bu söz (Yâni Kur’ân) fesâhati ile bütün Arap fasihlerini acze düşürmüştür. Veya onların zulümleri, hakîkate karşı gerçek olmayan iddiâlarda bulunmaları sebebiyledir. (S. HAVVÂ, 10/180)
(Dikkatedecekolursak) Peygamberlik; insanlar tümüyle kâfir olduktan sonra başlamıştır. Peygamberlerin sonuncusu ise, insanlar tümüyle kâfir olduktan sonra risâlet ile şereflenmiştir. Peygamberliğin sona ermesinin hikmetlerinden birisi de şudur: Artık insanlık, bir daha baştan sona kâfir olacak noktaya gerisin geri dönmeyecektir. Çünkü Hadîs-i Şerifte şöyle buyurulmaktadır: ‘Benim ümmetimden hak üzere muzaffer bir kesim sürekli var olacaktır. Onlara muhâlefet eden ve onları yardımsız bırakanın onlara zararı olmayacaktır. Bu, Allâh’ın emri gelene kadar böyle kalacaktır.’ (S. HAVVÂ, 10/183)
Diğer taraftan, uyarı ve müjde fonksiyonunu icrâ eden Kur’ân-ı Kerîm, Kıyâmetin kopacağı ana kadar her türlü etkiye karşı koruma altındadır. Bu bakımdan yeni bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç yoktur. İhtiyaç yenilemeyedir. Bunu ise bu ümmetin arasından çıkacak Allâh’ın gerçek dostları ile ilim adamları yapacaktır: ‘Allah her asrın başında bu ümmete dîninin emrini yenileyecek kimseyi gönderecektir.’ (S. HAVVÂ, 10/183, 184)
(5).’Yine dediler ki, öncekilerin masallarıdır, başkalarından alıp yazmıştır. Sabah akşam kendisine okunmaktadır.’ İbn Kesir’den: ‘Onların söyledikleri bu sözler, bayağı yalan ve iftirâ olduğundan dolayı tutarsız ve bâtıl olduğunu herkes bilir. Çünkü tevâtüren ve zorunlu olarak bilinen şudur ki; Muhammed Rasûlullah (s), ne ömrünün başında, ne de sonunda hiçbir şekilde yazı yazmamıştır. O doğduğu andan, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği zamâna kadar kırk yıllık bir süre onlar arasında yetişti. Onlar nereye girip çıktığını, doğruluğunu, nezihliğini, güvenilir bir kimse olduğunu, yalan ve günahtan kaçındığını ve diğer âdi ahlâk ve huylardan uzaklığını biliyorlardı. O kadar ki onlar; küçüklüğünde, peygamber olarak gönderildiği zamana kadar da onu (güvenilir manasına gelen) el Emin diye çağırıyorlardı. Çünkü onun ne kadar doğru ve sözlerinde ne kadar samîmi ve sâdık olduğunu biliyorlardı. Allah onu Kur’ân-ı Kerîm ile şereflendirince, ona düşmanlık etmeye başladılar ve aklı başında herkesin kesinlikle bunlardan uzak olduğu bu sözlerle ona iftirâda bulundular. Ona iftirâ edecekleri zaman da neler söyleyeceklerinde bir türlü karar kılamadılar, şaşırıp durdular. Kimi zaman: ‘O bir sihirbazdır’ derken, kimi zaman: ‘şâirdir’, bir başka sefer: ‘delidir’, bir başka sefer de: ‘yalancıdır’ demeye koyuldular. (S. HAVVÂ, 10/181)
(6).’De ki: Onu (yâni bu Kur’ân’ı) göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir.’ Bu Kur’ân-ı Kerîm’i indiren, gökler ve yerin gizli bütün sırlarını yine göklerde ve yerde bulunan her türlü gizlilikleri bilendir. Kur’ân-ı Kerîm nâzil olduğu dönemlerde âdeten Muhammed (s)’in ve başkalarının bilmesine imkân olmayan bir takım ilim ve sırları da ihtiva etmiştir / içermiştir. (S. HAVVÂ, 10/180)
6’ncı âyette, putperestlerin iddiâları reddedilirken, ‘Onu, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi’ buyurulması, şu gerçeğe işâret etmektedir: Kur’ân, Allâh’ın yardımı olmadan hiçbir insanın, kendi beşeri yetenekleriyle ulaşamayacağı zenginlikte sırlar, gayb âlemine ilişkin bilgiler, kurallar ve gerçekler içermektedir. Dolayısıyla Kur’ân’ın insan değil, Allâh’ın sözü olduğunu kanıtlayan delil yine Kur’ân’ın kendisidir, onun içeriğidir. (KUR’AN YOLU, 4/110)
‘Şüphesiz ki O, Gafûr ve Rahîm olandır.’ Yâni Gafûr ve Rahîm olduğundan dolayıdır ki, inat ve kibirleri ile birlikte azap edilmeyi hak etmiş olmalarına rağmen, onlara mühlet vermekte, çabucak onları azaplandırmamaktadır. (..) Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder. Çünkü bunlar peygamberleri yalanlamalarına, günahkârlıklarına, asılsız iddiâlarına, küfür ve ithamlarına, Rasûlullah (s) ve bu Kur’ân-ı Kerîm hakkında bütün söylediklerine rağmen onları tevbe etmeye, içinde bulundukları durumlardan vaz geçip, İslâm ve hidâyete yönelmeye dâvet etmektedir.’ (S. HAVVÂ, 10/180, 181)
25/7-10 BAK NE BİÇİM TEMSİLLER GETİRDİLER
7, 8. (Müşrikler) dediler ki: “Bu nasıl peygamberdir ki (bizimgibi) hem yiy(ipiçiy)or, hem de çarşı (pazar)larda geziyor? Ona, kendisiyle berâber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil miydi?” [krş. 6/9; 17/90-95; 23/24] 8. “Yâhut ona (gökten) bir hazine verilmeli yâhut kendisinin içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” (Hâsılı,) o zâlimler (mü’minlerekarşıda): “Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz.” dediler.
9. (Rasûlüm!) Bak, seninle ilgili nasıl misâller getirdiler de (böylelikle) saptılar. Artık onlar hiçbir (doğru) yol bulamazlar.
10. (Ey Peygamberim!) O (Allah) öyle yücedir ki dilerse sana, bu (söyledikleri)nden daha hayırlısını, alt tarafından ırmaklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar.
7-10.(7).’Ve dediler ki: Bu nasıl bir peygamberdir ki… ‘ Ondan alay olsun diye ‘peygamber’ diye söz ediyorlar. Âdetâ kendisinin peygamber olduğunu ileri süren bu kişiye ne oluyor ki, bizim gibi ‘Yemek yiyor’ biz ona muhtaç olduğumuz gibi, o da yemeye muhtaç oluyor, ‘pazarlarda dolaşıyor’; kazanmak veya ticâret yapmak maksadıyla oralara gidip geliyor. ‘Ona berâberinde uyarıcı olmak üzere bir melek indirilseydi yâ!’ Niçin ona Allah tarafından bir melek indirilip iddiâsında doğru olduğuna dâir ona şâhitlik etmesin? (S. HAVVÂ, 10/184)
(8).’Yâhut kendisine bir hazîne verilseydi’ o hazîneden harcamalarını yapsaydı ‘veya ondan yiyeceği bir bahçesi olsaydı yâ’ Bu bahçe de nereye giderse, onunla birlikte gitseydi. ‘O zâlimler dediler ki:’ Bu şuna delildir: Onların bütün teklifleri ve sözleri zulüm türündendir. ‘Siz büyülenmiş’ bunun sonucunda da delirmiş ‘bir adamdan başkasına tâbi olmuyorsunuz.’ (S. HAVVÂ, 10/184)
Müşrikler, aslında alay maksadı taşıyan bu sözleriyle, Hz. Muhammed’in sıradan insanlarda görülen özellikleriyle peygamber olamayacağını iddiâ ediyor; kendisine inanmaları için yanında bu tür beşeri özellikler taşımayan bir melek bulunması ve Rasûlullâh’ın sürdürdüğü uyarıcılık görevini bu meleğin üstlenmesi gerektiğini veya genellikle yoksulluğun hüküm sürdüğü Mekke şartlarında, kendilerinden farklı olarak Rasûlullâh’ın krallar gibi özel hazînelere, mülklere sâhip olması gerektiğini savunuyor; bunların hiç biri yokken peygamberlik dâvâsında bulunmasının ancak büyü yapılmış birinin saçmalıkları olduğunu ileri sürüyorlardı. (KUR’AN YOLU, 4/110)
Mekkeli müşrikler, eğer bir melek indirilseydi, kendisine bir hazîne verilseydi ve ürünlerinden yiyip içebileceği bir bahçesi olsaydı, Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanacaklarını söylemek istemişlerdir. Bu söylemlerinde samîmi değillerdi. Bir melek indirilseydi, bir hazîne verilseydi ve bir bahçesi olsaydı yine îman etmezlerdi. Yüce Allah, isteseydi bunları da yapabilirdi, yapmadı; Çünkü müşriklerin niyetlerini ve amaçlarını çok iyi biliyordu. (İ. KARAGÖZ 5/194, 195)
Onlara verilen bu cevaplar üç aşama hâlindedir: (1) Birinci aşama 9-10’ncu âyetler, (2) ikinci aşama 11-19’ncu âyetler, (3) üçüncü aşama 20’nci âyet(te cevaplandırılmıştır) (S. HAVVÂ, 10/184)
(10).‘O (Allah) öyle yücedir ki dilerse sana, bu (söyledikleri)nden daha hayırlısını, alt tarafından ırmaklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar.’ İbn Kesir’den: Süfyân es Sevri, Habib b. Ebi Sâbit’ten, o Hayseme’den rivâyetle dedi ki: Dilersen sana senden önce hiçbir peygambere vermediğimiz ve senden sonra da hiç kimseye vermeyeceğimiz şekilde yeryüzünün hazinelerini ve anahtarlarını veririz ve bunlar Allah katındaki mükâfatlarından da bir şey eksiltmeyecektir. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Hepsini bana âhirette toplayıp biriktirin.’ Bunun üzerine Yüce Allah, ‘Dilerse sana bunlardan daha iyi ve içlerinden ırmaklar akan cennetler verebilen sana köşkler kurabilen Allah’ın şânı ne yücedir’ buyruğunu indirdi. (S. HAVVÂ, 10/191)
25/11-16 İNKÂRCILARA CEHENNEM TAKVÂ SÂHİPLERİNE CENNET
11. Hâlbuki müşrikler (kıyâmet) saati(ni) de yalan saydılar. Biz de, o saati yalan sayanlara alevli bir ateş hazırladık.
12. (Oateş,) onları uzaktan gördüğünde, onun (kendilerine) öfkelenip kükreyişini ve uğultusunu işitirler.
13. (Âhireti yalanlayanlar) Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman, (azâbınşiddetindendolayı) yok olmayı (ölüpkurtulmayı) dilerler.
14. (Âhireti inkâr edenlere şöyle denir:) Bugün, yok olmayı bir kez değil, birçok (defa) dileyin (çünküdurmadandiriltilipyakılacaksınız). [krş. 20/74; 52/16; 87/13]
15. (Ey Peygamberim ! Müşriklere) de ki: “Bu mu daha iyi, yoksa müttakîlere (Allâh’ınemirlerineuygunyaşayan, karşıgelmektensakınanlara) vaadedilen sonsuzluk cenneti mi? Ki bu, onlara bir mükâfat ve varılacak yer ola(rakbahşedile)cektir.”
16. Onlar için orada istedikleri herşey ebedî olarak vardır. Bu, Rabbinin üzerine aldığı ve (yerinegetirilmesini) üstlendiği bir vaadidir.
11-16. (11).’Fakat müşrikler kıyâmet saatini de yalanladılar.’ İbn Kesir der ki: Onlar bu sözlerini ancak kıyâmet saatini yalanladıkları için söylemektedirler. Bu tekliflerini basiretleri açılsın ve doğru yolu bulsunlar diye yapmıyorlar. Aksine kıymet gününü yalanladıkları için bu gibi sözleri söylerler.’ (S. HAVVÂ, 10/185)
Mekke müşriklerinin, Allâh’a ortak koşmanın yanında en büyük günahlarından biri de kıyâmet ve âhiret hayâtını inkâr etmeleriydi. 11. Âyette onların, bu inkârın cezâsını âhirette cehennemin alevli ateşine atılarak çekecekleri bildirilmekte; devâmında ise buradaki acınacak hâlleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duydukları ile ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/113)
‘.. Biz hazırladık’ cümlesi, cehennemin şu anda mevcut olduğunu ifâde eder. Kıyâmetin kopacağına ve âhiret hayâtına inamak, îman esaslarından biridir. Âhiret hayâtına îman etmeyen kimse, mümin ve Müslüman olamaz. (İ. KARAGÖZ 5/196)
(12).’Bu ateş kendilerini uzak bir yerden görünce onun kaynayışını ve uğultusunu duyacaklardır.’ Cehennemin görmesi, mecaz anlam olabileceği gibi, gerçek görme de olabilir. Günümüzde gizli kameralarla bütün fabrika ve işyerlerinin gözetlenebildiği ve her yere sesin ulaştırıldığı düşünülürse, bu akıl dışı bir şey olmaz. Nitekim kimi âyetlerde cehennemin konuştuğu da vurgulanır. Âyet: ‘O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz. O da: ‘Daha var mı?’ der.’ (Kâf, 50/39) Hadis: ‘Ateş Rabbine şikâyet edip, ‘Ey Rabbim! Bir bölümüm, bir bölümümü yedi’ der. (Buhâri, Tirmizi, İbn. Mâce, H. DÖNDÜREN, 2/574)
Cehennem kâfirleri görünce, onları cezâlandırmaya olan şiddetli arzusu sebebiyle son derece öfkelenecek, kaynayacak ve müthiş bir uğultu çıkaracaktır. Onun bu hâlini, cehenneme atılacaklar hem görecek, hem de duyacaklardır. Âyet-i Kerîmede buyrulur: ‘Kâfirler cehenneme atıldıklarında, onun kendilerini yutmak için homurtularla nasıl içine doğru nefes alıp, uğuldaya uğuldaya kaynadığını işitirler. Cehennem öfkesinden neredeyse çatlayacak!..’ (Mülk, 67/6-7, Ö. ÇELİK, 3/559)
(13).‘(Âhireti inkâr edenler zincirlere vurulmuş) elleri boyunlarında (bağlanmış ve her bir kâfir ile birlikte bir şeytan zincire vurularak ayaklarına da zincirler geçirilmiş oldukları hâlde)’o ateşin dar bir yerine atıldıkları zaman’ (Katâdedediki: Ebû Eyyûb’dan o Abdullah b. Amr’dan dedi ki: Darlığı itibariyle mızrağın enini andıracak kadar daracık bir yerde ve bu darlıkla birlikte zincirlere vurulmuş oldukları hâlde); ‘yetiş ey ölüm! diye feryad ederler.’ (Yâni helâk olmayı dileyecekler. Ey ölüm, gel, yetiş işte senin geleceğin asıl zaman bu vakittir! derler. Fakat onlara şöyle denilecektir: ‘Bugün bir kere ölmeyi değil, birçok kereler ölmeyi isteyin.’ (S. HAVVÂ, 10/186)
(16).‘Onlar için (1) orada (cennette) diledikleri her şey vardır.’ Zevk veren yiyecek, içecek, mesken, binek, manzara, eşler ve buna benzer hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçmedik, istedikleri her türlü nîmetler vardır. (S. HAVVÂ, 10/186)
‘ve orada (2) temelli kalacaklardır.’ Kesintisi, sona ermesi, bitip tükenmesi söz konusu olmaksızın ebedi olarak orada kalırlar. ‘Bu Rabbinin yerine getirilmesini üstlendiği bir vaadidir.’ Yâni yerine getirilmesi istenmiş veya istenmeye değer bir va’didir. Ya da müminler ve melekler duâlarında Rablarından bunu istemişlerdir. (S. HAVVÂ, 10/186)
‘Rabbinin üstlendiği bir vaadidir.’ Yüce Allah, hiçbir konuda ve hiçbir kimseye karşı sorumlu değildir (21/23). Ancak Allah, vaadinden dönmez ve vaadini mutlaka yerine getirir. (22/47, 30/6). Âyetin bu cümlesi, Allâh’ın müttaki müminleri âhirette mutlaka cennete koyacağını ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 5/199)
Cennet nîmetlerinişöylehülâsaetmekmümkündür: Hûriler, koltuk ve yataklar, neşe ve sevinçler, rahatlıklar, güzel nasipler, güzel kokular, başka güzellikler ve ihsanlar, yepyeni lütuflar, ziyadesiyle ikramlar, en lezzetli içecekler, muhabbetle tokuşturulan şarap dolu kadehler, gönül genişliği, hâl güzelliği, ünsiyetin kemâli, neşenin devâmı, huzur ve mutluluğun tamâmı, elbiseler harir denen ipekten, yataklar ve döşekler sündüs denen ince ipek ve istebrak denen kalın ipektendir. Nîmetlerin isimleri dünyadaki isimler gibi, fakat kendileri dünyâda alışılmış olandan bambaşka mâhiyet ve güzelliktedir. (Ö. ÇELİK, 3/560)
25/17-19 ŞU KULLARIMI SİZ Mİ SAPTIRDINIZ?
17. (Ey Peygamberim! Rabbin) onları ve Allah’tan başka (bağlanıp) taptıklarını topladığı gün (Kıyâmet günü): “Şu kullarımı (emirlerimden) siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yolu sapıttılar?” diye soracak.
18. Derler ki: “Seni eksikliklerden tenzih ederiz. Senden başka dostlar edinmek bize yakışmaz. Fakat sen, onları ve babalarını öyle nîmet içinde yaşattın ki, (onlarazıtıp) zikri (Kur’ânvehükümlerini) unuttular ve yok olacak bir kavim oldular.” [bk. 2/166-167; 18/52; 29/25; 46/5-6]
19. (Allah şöyle der: Ey müşrikler!) İşte söyledikleriniz de (kendilerinebağlanıptaptıklarınızda) sizi yalancı çıkarmışlardır. (Sizinkendikendinizesaptığınızısöylemektedirler.) Artık ne (azâbı) çevirmeye ne de (kendiniziçin) bir yardım bulmaya güç yetirebilirsiniz. Sizden kim zulmeder (küfre/inkârasapar)sa, ona büyük bir azap tattırırız.
17-19. (17).‘Onları ve Allah’tan başka taptıklarını bir araya toplayacağı gün;’ Mücâhid’in görüşüne göre taptıkları melekler, Mesih ve Uzeyr; bir diğer görüşe göre Allah’tan başka kendilerine ibâdet edilen herkesin öldükten sonra diriltilerek ‘bir araya toplanacağı gün’ Aziz ve Celil olan Allah, ‘Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?’ der.’ (S. HAVVÂ, 10/187)
(18).’Derler ki: Tenzih ederiz Seni! Senden başka velîler edinmek bize yaraşmaz.’ Senden başka herhangi bir kimseyi dost edinmemiz doğru ve uygun olmaz. Nasıl olur da onlar senden başka bizleri velî / dost edinirler? ‘Ama Sen onlara ve babalarına nîmetler’ mal, evlât, uzun ömür ve azaptan uzak esenlikli bir hayat ‘verdin de nihâyet onlar da Zikr’i unuttular.’ Allah’ın zikrini, O’na îmânı, Kur’ân’ı ve şeriatı unuttular. İbn Kesir der ki: Elçileri aracılığı ile kendilerine indirmiş olduğun, sana hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın yalnızca sana ibâdeti unuttular.’ Buna göre küfre düşmelerinin sebebi, nîmetlerin çokluğudur. Hâlbuki bu, onların şükretmelerine sebep teşkil etmeliydi. (S. HAVVÂ, 10/187)
(19).’İşte sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar.’ Yâni, O gün şimdi doğru olduğuna inandığınız dîninizin sahteliği ortaya çıkacak ve kendi ellerinizle yaptığınız tanrılarınız da bu dînin bâtıl olduğunu ilân edeceklerdir. Onlardan hiç birisi sizden kendilerini tanrılaştırmanızı ve kendilerine tapınmanızı istememişti. Dolayısıyla, sizin adınıza şefaatta bulunmak yerine, aleyhinizde şâhitlik edeceklerdir. (MEVDÛDİ, 3/521)
‘Artık üzerinizden azâbı çeviremez ve yardım da göremezsiniz.’ Ey kâfirler, sizler başınıza gelen bu azâbı savamazsınız ve kendi kendinize yardımcı da olamazsınız. Bundan sonra da mükelleflere hitap edilerek şöyle buyurulmaktadır: ‘Sizden zulmedenlere büyük bir azap tattıracağız.’ Burada ‘zulümden kasıt, şirktir. Çünkü zulüm, bir şeyi olması gerekenden başka bir yere koymaktır. Yaratılmışı yaratıcısının ortağı kılan bir kimse ise, elbette ki zulmetmiştir. Böyle zulmedenlere verilecek büyük azap ise cehennemde ebedi bırakılmaktır. (S. HAVVÂ, 10/188)
25/20-23 BİZİMLE KARŞILAŞMAYI UMMAYANLAR
20. (EyRasûlüm!) Biz senden önceki peygamberleri başka (türlü) göndermedik. Onlar da mutlaka yiyip içer, çarşı (pazar)larda dolaşırlardı. Siz (insanlar)ı birbirinize (durumlarınızınfarklılığıyla) bir imtihan (konusu) yaptık. (Bakalımbufarklıdurumlarınıza) sabredecek misiniz? Rabbin (herşeyi) hakkıyla görendir. [bk. 12/109; 18/110; 21/8; 23/24]
21. Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: “Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Gerçekten onlar, kendi kendilerine büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar. [bk. 6/124; 15/7; 17/92]
22. (Müşrikler) Gün gelecek (azapedecek) melekleri görecekler. (Bilsinlerki) o gün, artık günahkârlara hiçbir müjde yoktur. (Melekler) onlara: “Size cennet de, sevinmek de yasak edilmiştir, yasak!” diyecekler. [krş. 6/93; 8/50; 15/8]
23. (Kâfirlerin) yaptıkları her bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünküîmanolmaksızınhiçbirişindeğeriyoktur.)
20-23. (20).’Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı.’ Allâh’ın daha önceden göndermiş olduğu bütün peygamberler de aynı şekilde yemek yerlerdi ve yemek ile gıdalanmak ihtiyacını duyarlar, kazanç ve ticâret maksadıyla da çarşılarda dolaşırlardı. Bu durum onların hâllerine ve makamlarına aykırı değildir. Çünkü Yüce Allah, onlara üstün sözler, iyi ameller, göz kamaştırıcı hârika hâller, üstün deliller vermiştir. Ve bütün bunlar, doğru dürüst akla, sağlıklı basirete sâhip olan herkes tarafından Allah’tan alıp getirdiklerinin doğruluğuna dâir delil olarak görülüp kabul edilecek özelliklerdir. (S. HAVVÂ, 10/188)
Servet sâhibi Ebû Cehil ve benzerleri, Bilâl-i Habeşî (r) ve diğer fakir mü’minleri gördüklerinde birbirlerine, “Biz de müslüman olup bunlarla eşit mi olalım? Hattâ onlar önce müslüman oldukları için bizden üstün bile sayılır.” diyerek alay ederler ve böylece îman etmezlerdi. İşte bu âyette yüce Allah, bu farklılığın bir imtihan konusu olduğunu bildirmektedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/360)
Hadis: Müsned’de Rasûlullah (s)’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: ‘İsteseydim, dağlar benimle birlikte altın ve gümüş olarak yürütülürdü.’ Sahih’de de şöyle denilmektedir: Peygamber (s) kral bir peygamber ile Rasul bir kul olmak arasında muhayyer kılındı da o, Rasul bir kul olmayı tercih etti. (S. HAVVÂ, 10/189)
‘Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle deneriz.’ Yüce Allâh’ın hikmetini, tasarısını, plânını kavrayamayanlar bu yasaya itiraz edecekler; Yüce Allâh’a, O’nun hikmetine ve desteğine güvenenler bu itirazlara karşı sabredecekler; ilâhi çağrı yoluna devam edecek; insanlar aracılığı ile ve insan işi yöntemlerle kavga verecek, yenecek ve kararlı direnişçiler bu sınavdan alınlarının akıyla çıkacaklardır. (S. KUTUB, 7/538)
(Öte yandan) işkencelerle îmanlarını deneme ve ispatlamada Rasul ve izleyicileri için de kâfirler fitneydi. Çünkü yalnızca bu fitne (sınama- deneme)dir ki, gerçek müminlerin münâfıklardan seçilmesini sağlar. Bu yüzden, başlangıçta yalnızca yoksul, bîçâre fakat samîmi kişiler İslâm’a kucak açmışlardı. İşkence, zorluklar ve güçlükler yerine refah, servet ve ihtişam olmuş olsaydı, önce dünyâya tapanlar ve bencil kişiler İslâm’ı kabul ederlerdi. (MEVDÛDİ, 3/523)
(21).’Bizimle karşılaşmayı ummayanlar…’ Bunlar kendilerinden daha önce söz edilmiş olup, âhirete îman etmeyen, Kur’ân’ın yalan olduğunu söyleyen, Rasûlullah (sa) ile ilgili olarak da onun şöyle şöyle olması gerekir diyen kâfirlerdir. ‘Bize melekler indirilmeli değil miydi?’ Niçin insan yerine melekler bizlere elçi olarak indirilmedi veya melekler bu insanın peygamberlik iddiâsına, risâlet iddiâsına şâhitlik etmek üzere gelmedi? ‘Veya Rabbimizi görmeli değil miydik? Dediler.’ Açıktan açığa Rabbimizi görmeli, O da bize Rasûlünün peygamberliğini bildirmeli, ona uymayı da bize emretmeli değil miydi? (S. HAVVÂ, 10/192)
‘.. kendi içlerinde kibirlendiler’ cümlesi ile yüce Allah, müşriklerin kibirlendiklerini, bu sebeple Hz. Muhammed (s)’in peygamber olduğunu kabul etmedikleri, meleklerin inmesini ve Allâh’ı görmeleri gerektiğini söylediler. Bu, hakka karşı kibirlenmenin bir sonucu idi. Hakka karşı, yâni Allâh’a, peygambere, Kur’ân’a ve dînî esaslara karşı kibirlenmek, inkârdır. (İ. KARAGÖZ 5/206)
(22).‘Melekleri görecekleri’ ölecekleri veya öldükten sonra diriltilecekleri ‘gün, işte o gün günahkârlara’ yâni kâfirlere ‘hiç müjde yoktur.’ Ve o zaman melekler kâfirlere ‘Müjde size yasaktır, yasak, derler.’ Sizin için müjde söz konusu değildir. Allah size müjdeyi haram kılmıştır. Müjde ancak müminleredir. Veya sizin kurtuluşa ermeniz kesinlikle yasak ve imkânsızdır. Sizin kurtuluşunuz engellenmiştir, demektir. (S. HAVVÂ, 10/193)
İsrâ Sûresinde geçtiği üzere müşrikler, Rasûlullah (s)’den birtakım mûcizeler talep etmişlerdi. Son olarak da: ‘Yâhut Allah ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna şâhitlik etmelidir.’ (bk. İsrâ, 17/90-92) demişlerdi. Bu, onların kendilerini büyük görmelerinin ve azgınlıkta çok ileri gitmelerinin açık bir göstergesi idi. Çünkü dünyâ gözüyle ne melekleri ne de Allâh’ı görmek mümkündür. Melekler ancak, ya ölüm ânında veya azâbın indirilmesi sırasında görülebilirler. İşte kâfirler, talep ettikleri doğrultuda melekleri görecekler fakat bu görme onlar için hiç de hayırlı olmayacaktır. Ya ölürken görecekler veya kıyâmet günü ilâhi azâbın her taraftan kendilerini kuşattığı zaman görecekler; fakat o gün onlar için hiç de müjdeli bir haber olmayacaktır. Melekler müminleri cennetle müjdelerlerken (bk. Fussilet 41/30; Hadid 57/12) ölüm ânında kâfir ve müşrikleri canları çıkıncaya kadar demirden tokmaklarla dövecekler (bk. Enfâl 8/50; Muhammed 47/27); mahşer günü de onları yetmiş arşın uzunluğunda zincirlere vurup ellerini boyunlarına bağlayarak kızgın cehennem ateşine doğru sürükleyeceklerdir. (bk. İbrâhim 14/49; Hâkka 69/30-32) Bu esnâda melekler onlara: ‘Allâh’ın rahmeti size haram, haram! diyecekler; onlar ise bir taraftan ‘N’olur yapmayın, acıyın bize!’ diye yalvaracaklar, bir taraftan da artık bütün ümit kapılarının kapandığını anlayarak, eyvahlar edecek, ‘Vah bize! Demek, dönüşü olmayacak şekilde ilâhi rahmetten kovulmuşuz’ diyerek pişmanlık ateşiyle yanacaklardır. (Ö. ÇELİK, 3/562, 563)
İslâm dînine göre – Hz. Peygamber hâriç – ne diğer peygamberler ne de sıradan insanlar dünyâda melekleri asli görüntüleriyle müşâhede etmişlerdir. Çünkü melekler, maddeden uzak rûhâni varlıklardır. O yüzden duyuları sınırlı olan beşeri varlıklar, bu lâtif meleki varlıkları göremezler. Ancak onlardan biri diğerinin düzeyine inerse, işte o zaman görüşme imkânı ortaya çıkabilir. Yâni, ya melek beşer suretinde görünür yahut beşer meleki boyuta yükseltilirse, o durumda ancak müşâhede mümkün olabilir. İslâm âlimlerine göre Hz. Peygamber’le melek (Cebrâil) arasındaki ilişki her iki şekilde de ortaya çıkmıştır. O hâlde burada denilebilir ki, Hz. Peygamber dışında hiçbir beşerin baş gözüyle meleği asli sûretinde görmesisözkonusu değildir. Bu müşâhede Allah Resûlü (sav)’nün dışındaki insanlar için ancak ölüm ânında mümkündür. Çünkü o zaman ruh gözüne engel teşkil eden perdeler ortadan kalkmaktadır. Böyle olunca, ölümle bir başka âleme kapı açılır açılmaz, insanlar melekleri karşılarında görüverirler. (..) Bu sûrenin 21’nci âyetine bakılırsa görülür ki, putperest Araplar, melekleri dünyâda baş gözüyle görmek istiyorlar; bunu da îman etmek için bir gerekçe olarak öne sürüyorlardı. Ancak Yüce Allah îman etmeyeceklerini bidiği için söz konusu inkârcılara ‘.. melekleri görecekleri gün’ buyurarak, bir anlamda ‘merak etmeyin zamânı gelince melekleri mutlaka göreceksiniz, fakat o zaman iş işten geçmiş olacaktır’ demiştir. (M. DEMİRCİ, 2/427, 428)
(23).‘Yaptıkları her işi ele alır ve onu toz duman ederiz.’ Âyet-i Kerîme’de sözü geçen ‘el heba’: Toz’: Güneş ışığının bir delikten içeriye sızması esnasında görülen zerreciklerdir, toza benzetilmiştir. Toz duman gibi darmadağın ederiz, demektir. (S. HAVVÂ, 10/193)
Âyet-i Kerîme, Yüce Allâh’ın hiçbir kâfirden hiçbir ameli kabul etmeyeceğinin delîlidir. Ancak bu onun kâfire iyiliklerine karşılık mükâfat vermeyeceği mânâsına gelmez; aksine dünyâda ona ya servet vermek ya övülmesini sağlamak sûretiyle mükâfatlandırır. Âhirette ise ancak müminlerin amelini kabul eder.’ İbn Kesir’in söylediği gibi de bunun sebebi şudur: ‘Bu ameller, kabul edilmelerinin şer’i sebebi olan amellerde ihlâs ve bu amellerde Allâh’ın şeriatına tâbi olmak özelliğine sâhip değildir. Allah için ihlâsla yapılmayan ve Allâh’ın râzı olduğu şeriatına uygun olmayan her bir amel bâtıldır. (S. HAVVÂ, 10/194)
25/24-26 GERÇEK MÜLK (HÜKÜMRANLIK) ALLAH’INDIR
24. O gün cennet ehlinin kalacakları yer çok iyi ve dinlenecekleri yer çok güzeldir.
25. Kıyâmet günü gök, beyaz bulutlarla (veyabeyazbulutlarhâlinde) parçalanacak ve melekler indirildikçe indirilecek. [bk. 2/210]
26. İşte o gün gerçek hâkimiyet Rahmân’ındır. Kâfirler/inkârcılar için o, pek çetin bir gündür.
24-26.(24).’O gün cennetliklerin kalacağı yer çok iyi, dinlenecekleri yer çok güzeldir.’ Cennette uyku yoktur. Ancak onların hûrilerle birlikte dinlenmeye çekilmeleri benzetme yolu ile (öğle vakti uykusuna çekilmek anlamına gelen bir kökten): ‘mekıylâ’ kelimesi kullanılmıştır. Diğer taraftan cennetlikler bu mükâfatları, Allah tarafından kabul edilen amelleri sâyesinde elde etmişlerdir. (S. HAVVÂ, 10/194)
el Avfi Yüce Allâh’ın; ‘O gün cennetliklerin kalacağı yer çok iyi, dinlenecekleri yer çok güzeldir.’ Buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Onlar cennetin köşklerinde dinleneceklerdir. Hesapları ise Rablerine bir defa arz edilerek görülmüştür. İşte bu kolay olan hesaptır ve bu, Yüce Allâh’ın şu buyruğuna benzemektedir: ‘Kitabı sağ eline verilecek olana gelince, o kolay bir hesap ile hesâba çekilecek ve akrabâsına sevinçli dönecektir. (elİnşikak84/9; S. HAVVÂ, 10/199)
Hadis: Sahâbe-i Kiramdan Ebû Said el Hudri’nin şöyle dediği rivâyet edilir: Rasûlullah (s) ‘Miktârı dünyâ senesiyle elli bin yıl uzunluğundaki bir günde’ (Meâric 70/4) âyetini okuyunca ben: ‘O gün ne kadar da uzun!’ dedim. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s) şöyle buyurdu: ‘Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; o gün mümine o kadar çok hafifletilecektir ki, dünyâda kılmış olduğu bir farz namazdan dahi daha hafif ve çabuk gelecektir. (Heysemi 10/337’den, Ö. ÇELİK, 3/563)
(25).’Ve o gün gök beyaz bulutlar hâlinde parçalanacak’ Göğün bulutlar ile yarılacağı o günü hatırla. İbn Kesir der ki: ‘Bu gözleri kamaştıracak şekilde büyük bir nûrun gölgeleridir. ‘Melekler bölük bölük indirileceklerdir.’ Gök içinden çıkacak beyaz bulutlar ile açılıp yarılacak, bulutlar içerisinden de melekler inecek, Mahşerde bütün mahlûkâtı kuşatacaklardır. (S. HAVVÂ, 10/194, 195)
Kıyâmet olayının gerçekleşmesini anlatan bâzı âyetlerde göğün yarılıp, açılacağından ve orada kapılar oluşacağından söz edilmektedir (Nebe 78/19; İnşikak 84//1). Bu âyetlerin zâhiri ifâdelerinden anlaşıldığına göre kıyâmet sırasında evreninkozmikdüzenibozulacak; ‘O gün yer başka bir yere, gökler başka göklere dönüştürülecektir.’ (İbrâhim 14/48) Günümüzde bâzı bilim adamları kıyâmetin nasıl kopacağına dâir çeşitli senaryolar ileri sürüyorlarsa da bu hususta Kur’ân’ın verdiği bilgiler dışında açıklama getirme imkânımız yoktur. (KUR’AN YOLU, 4/119)
(26).’Kıyâmet günü egemenlik Rahmân’ındır.’ Çünkü o gün, her türlü mülk zâil olacak, ancak O’nun egemenliği kalacaktır. O gün, ‘kâfirler için yaman bir gündür.’ Oldukça şiddetli ve zorlu bir gün olacaktır. Müminler için o günün kolay olacağı mânâsı anlaşılmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/195)
İnsanlara verilen fâni ve izâfi hâkimiyetler, mülk ve tasarruflar kıyâmet günü son bulacak, hâkimiyet mutlak mânâda Allâh’a âit olacaktır. O gün sâdece O’nun hükmü ve karârı geçerli olacaktır. Diğer günlerin aksine artık o gün bütün hükümdarlar O’na boyun eğecek, bütün yüzler O’na dönecek ve bütün zorbalar O’nun huzûrunda zilletini kabul edecektir. (bk. Mümin 40/16, Ö. ÇELİK, 3/564)
Hadis: ‘Allah Teâlâ, gökleri kıyâmet günü dürer, sonra onları sağ eliyle alır ve der ki: ‘Ben Melik’im, cebbarlar nerede? Büyüklük taslayan mütekebbirler nerede?’ Sonra sol eliyle arzı dürer ve: ‘Ben Melik’im, cebbarlar, mütekebbirler nerede?’ buyurur. (Müslim Münâfikin 24; Ebû Dâvud Sünnet 19, No: 4732’den, Ö. ÇELİK, 3/564)
‘O gün kâfirler için pek çetin bir gündür.’ Âhiret günü, kâfirler için çok zor ve sıkıntılıdır. Çünkü kâfirler âhirette üzülecekler, korkacaklar, yardımcı bulamayacaklar, dostları olmayacak, şefaat edenleri bulunmayacaktır. Cehenneme atılacaklar ve ateşte yakılma, diken ve zakkum yedirilme, kaynar su ve irin içirilme gibi birçok çeşit azâba mâruz kalacaklardır. (İ. KARAGÖZ 5/209)
25/27-31 KEŞKE FALANCAYI DOST EDİNMESEYDİM
27. Kıyâmet günü o (herinkârcı) zâlim, ellerini ısırıp: “Keşke ben, peygamberle berâber kurtuluş yolunu tutsaydım.” diyecek. [bk. 33/66-67]
28. “Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim.”
29. “Andolsun ki bana o (Kur’ân) gelmişken, beni zikirden (Allâh’ıanmaktanveKur’ân’dan) o saptırdı. Zâten şeytan, (darlıkta) insanı yalnız ve yardımcısız bırakandır.”
30. Peygamber (âhirette): “Yâ Rabbi! Benim kavmim bu Kur’ân’ı (okumayıvehükümlerineuymayıbırakıphattâmenediponu) terkettiler” diyecek. [bk. 20/124-127; 41/26]
31. (Rasûlüm! Sanaolduğugibi) her peygambere aynı şekilde, (onlarauymayan) günahkârlardan bir düşman var ettik. Doğru yolu gösterici ve yardımcı olarak Rabbin sana yeter. [bk. 6/112-113]
27-31. (27).’Ve kıyâmet günü zâlim kimse (müşrikler) ellerini ısırarak ‘Ne olurdu ben de peygamberle berâber bir yol tutsaydım, diyecektir.’ Elleri ısırmak ifâdesi, zâlimlerin mahşer günü duyacakları pişmanlığın büyüklüğünü göstermektedir. Bu bakımdan insan, dünyâda kimleri dost edindiğine, kimlerle birlikte bulunduğuna ve kimlerin izinden yürüdüğüne dikkat etmelidir. (Ö. ÇELİK, 3/565)
Hadis: Nebiyy-i Ekrem (sav)e ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendileriyle oturup kalktıklarımızın en hayırlıları kimlerdir?’ diye soruldu: Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Kendisini gördüğünüz vakit size Allâh’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, ameli de size âhireti hatırlatan kimsedir.’ (Heysemi 10/226’den, Ö. ÇELİK, 3/565)
(28).’Vay başıma gelene! Keşke filâncayı dost edinmeseydim.’ (..) Kur’ân’a göre asıl ayartıcı şeytandır. Zîrâ o, daha başlangıçta Hz. Âdem’e secde etmeyi reddettikten sonra cennetten kovulup lânetlenmiş (Araf 7/11-13; Hicr 15/33-34; İsrâ 17/61), bunun üzerine diriliş gününe kadar Allah’tan mühlet istemiş ve o mühleti aldıktan sonra da bütün insanlara kötülükleri, küfür ve günahları süsleyip güzel göstererek (Nahl 16/63), onları hak yoldan uzaklaştırmak için var gücüyle çalışmaya başlamıştır. Bundan dolayı Yüce Allah şeytanın düşmanlığına, hîle ve aldatmacalarına karşı pekçok defa uyarmıştır. ‘…Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır’ (Bakara 2/168). (..) Bakara 2/169; Fâtır 35/6; Nisâ 4/120 âyetleri, sözünü ettiğimiz uyarılardan bâzılarıdır. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki şeytan, insanı Allâh’ın gösterdiği istikâmette yürümekten alıkoyacak her türlü hîle ve desîseye başvurmak suretiyle onu cennete götürecek sağlam kulpa sarılmaktan men etmeye çalışmaktadır. (M. DEMİRCİ, 2/429, 430)
(29).’Andolsun ki beni, bana gelen Zikir’den (Allah’ın zikrinden yâhut Kur’ân’dan veya îmandan) o saptırdı. Zâten şeytan insanı yapayalnız ve yardımsız bırakır.’ Şeytan hak yolunda kişiye yardımcı olmaz, onu haktan alıkoyar. Bâtıl yolda kullanır, bâtıla çağırır. Yâni kendisini dost edinen kimseyi terketmek, şeytanın âdetidir. (S. HAVVÂ, 10/196)
İşte bütün gerçeklerin apaçık ortaya çıkacağı hesap gününde onlar, kendi kendilerine duydukları öfke ve pişmanlık duygularıyla ellerini ısırarak haktan sapmış olmanın acısını ve elemini yaşayacaklardır. Zîrâ dünyâda görülmez şeytanların ve şeytan tabiatındaki kötü önderlerin, kendilerine uyanlara âhirette verecekleri şey sâdece ‘yapayalnız ve yardımcısız’ bırakılmaktır. Kur’ân dilinde bu acı âkıbetin adı ‘hızlan’dır. (KUR’AN YOLU, 4/120)
(30).’Peygamber (âhirette) diyecek ki: Ey Rabbim doğrusu kavmim (Kureyş ve Araplar) bu Kur’ân’ı bırakmıştı’ (..) Taberi gibi bâzı müfessirler, konunun akışını dikkate alarak Hz. Peygamber’in bu şikâyetini âhirette, o büyük yargılama sırasında dile getireceğini belirtmişlerdir. Ayrıca yine ifâdenin gelişinden anlaşıldığına göre, onun şikâyetçi olduğu kesim, bütün ümmeti, hattâ kendi dönemindeki bütün kavmi değil, bunlar içinden onun risâletini tanımayan, Kur’ân’ın çağrısına uymayı reddeden putperestlerdir. (KUR’AN YOLU, 4/121)
Mehcur tutmak, iki anlama gelir; (1) birisi: terk edip uzak durmak, onunla amel etmemektir. Zîrâ bir Hadîs-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: ‘Her kim de Kur’ân’ı öğrenir de Mushaf’ını (duvara) asar, ilgilenmez ve bakmazsa; kıyâmet günü gelir, yakasına sarılır ‘Yâ Rab! Bu kulun beni mehcur tuttu (beni terk edip uzak kaldı, benimle amel etmedi) benimle arasında hüküm ver’ der. (Âlûsi’den) (2) Diğer anlamı ise, hakkında saçma sapan konuştular, evvelkilerin uydurma masalları dediler, demektir. Peygamberin bu şekilde şikâyetini söylemek, büyük bir tehdittir. Çünkü peygamberler, kavmini Allâh’a şikâyet ettikleri zaman haklarında azap çabuklaştırılmış olur. (ELMALILI, 6/65)
Kur’ân’a îman etmemek, Kur’ân’ı Allah sözü değil, insan sözü olarak kabul etmek(dir). Kur’ân’a îman etmek, Allâh’ın kesin emridir. (4/136). Kur’ân’ı Allah sözü olarak kabul etmeyen kimse, kâfir olur. Ancak kâfir, Kur’an’da verilen bilgilere, emir ve yasaklara, ilke ve hükümlere itibar etmez, Kur’an hükümlerini terk eder, Kur’ân’ı küçümser ve alaya alır. (..) Kur’ân’ı Allah sözü olarak kabul ettiği hâlde, emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, ilke ve hükümlerine uymamak, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmamak, Kur’ân’ı terk edip ondan uzak durmak, onunla amel etmemek, sâdece okuyup sevap kazanma kitabı hâline getirmektir. Bu kimseler mümindir, ancak farzlarını yapmadıkları, yasaklarından sakınmadıkları için isyankâr, fâsık ve zâlim olurlar. (İ. KARAGÖZ 5/212)
(31).’Böylece Biz her peygambere suçlulardan bir düşman çıkardık. Doğruyu gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.’ Bütün peygamberler, kendi toplumlarının yaşayan inanç ve telâkkilerini, ahlâk ve topyekün hayat düzenini sorgulamışlar, eleştirmişler ve değiştirmek istemişler; bu da o toplumlarda mevcut yapıdan memnun olan özellikle bu yapı sâyesinde servet yığmış, yüksek mevki, itibar ve sosyal statü kazanmış kesimleri rahatsız etmiş, bu rahatsızlık giderek düşmanlıklara dönüşmüştür. ‘..her peygambere karşı, günaha batmış kimseler içinden bir düşman çıkardık.’ Cümlesiyle ifâde edilmesi, ilke olarak âlemde olup biten her şeyin ilâhi irâde ve yasalar çerçevesinde gerçekleştiği şeklindeki Kur’ân’ın hâkim yaklaşım ve üslûbunun bir yansımasıdır. (KUR’AN YOLU, 4/122)
Peygambere düşmanlık küfürdür. Âyete göre küfrün yaratıcısı Allah’tır. Allah şerri, şirki, küfrü, zulnü ve isyânı istemez. (39/7). Bunları isteyen insanlar, yaratan ise Allah’tır. Çünkü Allah’tan başkahiçbir yaratıcı yoktur. (35/3; İ. KARAGÖZ 5/214)
‘Doğruyu gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.’ Buyurularak müşriklerin bâtıl inançlar, yanlış fikirler, haksız iddialar ve bencil hesaplar üzerine kurulan düşmanca girişimlerinin başarılı olamayacağı, Allâh’ın yol gösterici, kurtarıcı desteği ve yardımıyla elçisini başarıya ulaştıracağı müjdelenmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/122)
Demek ki Kur’ân’ın ve İslâm’ın hayâtına hâkim olmasına karşı mü’minlere kendi kavminden düşmanlık yapanlar da çıkacaktır. Fakat mü’minler, bâtıla karşı sürdürdükleri mücâdeleye devam etmeli, onlar karşısında ezilip büzülmemelidirler. Çünkü onların plânları boşa çıkacaktır. Hakk’a bağlanan mü’minlere, maddî ve mânevî yardım için Rabbi kâfîdir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/361)
25/32-34 KALBİNE İYİCE YERLEŞTİRMEK İÇİN
32. İnkâr edenler: “Bu Kur’ân ona bir defâda topluca indirilmeli değil miydi?” dedi(ler). Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle (peyderpey) indirdik. Hem de onu tertîl üzere (tâne tâne) okuduk. [bk. 17/106]
33. (Ey Peygamberim!) Kâfirler sana bir temsil getirmeye görsünler, (hemenobâtılkarşılığında) biz sana gerçeği ve en güzel yorumu getiririz.
34. O (kabirlerden diriltilip) yüzüstü (sürünerek) cehenneme toplananlar yok mu, onlar, yer bakımından çok kötü, yolca da en sapıktır.
32-34. (32).’O küfredenler dediler ki: Kur’ân ona bir kerede toptan indirilmeli değil miydi?’ Nesefi şöyle demektedir: Böyle bir itiraz anlamsız ve fuzûli sözler, haklı hiçbir gerekçesi olmayan boş tartışmalardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzını kâfirlere karşı delil olarak göstermek açısından, toptan veya parça parça indirilmesi fark etmez. Böyle bir itiraz yersizdir. Çünkü en kısa sûrelerden bir tek sûrenin benzerini getirmeleri istenerek onlara meydan okunmuş, onlar da âcizliklerini açıkça ortaya koymuşlardır. (S. HAVVÂ, 10/207)
Kur’ân’a inanmamak için bahâneler üreten müşriklerin başka bir iddiâsı dile getirilmektedir. Aslında Kur’ân’ın hepsi birden indirilseydi, onlar yine inanmayacaklardı. Çünkü amaçları gerçeği bulmak değil, körü körüne bağlandıkları bâtıl inançlarını, maddi ve sosyal çıkarlarını korumaktır.(KUR’AN YOLU, 4/123)
‘Biz onu, senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz.’ Kur’ân-ı Kerîm, gerçekleşen olaylara uygun olarak, gerek duyulan hükümlere göre 23 sene içerisinde, kısım kısım inmiştir. Bundan maksat, müminlerin kalplerine sebat vermektir. (S. HAVVÂ, 10/207)
Yüce Allah, (..) Peygamberine ve onun şahsında müminlere de ‘Kur’ân’ı tertil üzere oku’ (73/4) diye emretmiştir. ‘Kur’ân’ı tertil üzere okumak’ Kur’ân’ı her harf, kelime ve mânâsının hakkını vererek, edâ ve sedâ ile tecvid kurallarına uyarak, güzel, düzgün ve kusursuz bir şekilde ağır ağır ve tâne tâne okumaktır. (İ. KARAGÖZ 5/215)
Bu kısa cümle, Kur’ân’ın neden parça parça indirildiğini şu şekilde açıklamaktadır: (1) Hz. Peygamber (s) onu hâfızasına nakşetsin ve yazılı olarak sunmaktan çok, kavmine ezberden okusun diye. (2) Mesaj ve öğretileri zihinlerde iyice yer etsin, kısım kısım, değişik zamanlarda, değişik üslûplarla okunulan âyetlerden yararlansınlar diye. (3) Târif ettiği hayat biçimi tam bir inanç ve kanaatle uygulansın diye. (4) Hak ile bâtıl arasındaki savaşta, Peygamberin (s) ve izleyenlerinin yürekleri iyice cesâretlendirilsin diye. (MEVDÛDİ, 3/527)
Kur’an hükümlerinin uygulanmasının sağlanması: Toptan indirilseydi, hükümlerine, emir ve yasaklarına uymak zor olurdu. Alışkanlıkları terk etmek kolay değildir. Namaz ve oruç gibi emirler, içki ve fâiz gibi yasaklar zamâna yayılarak inmişti. Meselâ beş vakit namaz, hicrette bir buçuk yıl önce, oruç hicretin ikinci yılında farz kılınmıştı. (..) Burada bize verilen mesaj; Bir şeyi bölümlere ayırarak ve zamâna yayarak öğrenmek ve öğretmek gerekir, (İ. KARAGÖZ 5/216, 217)
(33).’Onlar sana bir misâl getirmeye görsünler; Biz de mutlakâ sana gerçeği ve en iyi açıklamayı getirmişizdir.’ İbn Kesir, ‘misâl’ in tefsiri ile ilgili olarak ‘huccet ve şüphe demektir’ demiştir. …. (Buna göre) Kur’ân-ı Kerîm’in kısım kısım indirilmesindeki şüphelerine karşılık onlara, üç ayrı hikmet ile cevap verilmiş bulunmaktadır: (1) Birinci hikmet: Karşı karşıya kaldıkları durumlar yönünde Allâh’ın Rasûlü’nün ve müminlerin kalbine sebat verilir. (2) İkinci Hikmet: Böylelikle Kur’ân-ı Kerîm, daha derin boyutlarda anlaşılır. (3) Üçüncü Hikmet: Kâfirlerin ortaya attıkları şüphe ve delillere tek tek karşı durulur. (S. HAVVÂ, 10/208)
(34).’Yüzükoyun cehenneme (sürülüp) toplanacak olanlar; işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.’ Hadis: Sahih hadiste Enes (r)’den gelen rivâyete göre adamın birisi: Ey Allâh’ın Rasûlü, kıyâmet gününde kâfir nasıl olur da yüzü üzere haşredilecektir? Diye sordu. Peygamber (s) şöyle buyurdu: ‘Onu (dünyâda iken) iki ayağı üzerinde yürüten, Kıyâmet Günü de yüz üstü yürütmeye kâdirdir.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 10/235)
Hadis: ‘Şüphesiz ki sizler yayalar, biniciler ve yüz üstü çekilenler olarak hasrolunursunuz.’ (Tirmizi, Sıfatü’l Kıyâme 3; İ. KARAGÖZ 5/218)
25/35-40 İNSANLAR İÇİN BİR İBRET
35. Andolsun ki biz, Mûsâ’ya Kitab’ı verdik ve kardeşi Hârûn’u da berâberinde yardımcı yaptık.
36. (Mûsâ ve Hârûn’a Haydi!) “Âyetlerimizi yalanlayan kavme gidin.” dedik. (Firavunvehâlkıinkârdainatedince) biz de onları (suda) batırıp yok ettik.
37. Nuh kavmini de. (Onlar) peygamberleri yalanladıkları zaman, biz onları (tûfanda) boğduk ve kendilerini insanlara bir ibret yaptık. Biz, zâlimlere (dâimâ) pek acıklı bir azap hazırladık. [bk. 69/11-12]
38. Âd’ı, Semûd’u, Res hâlkını ve bu arada birçok nesilleri de (yokettik).
39. Her birine (öncekilerinuğradıklarıazâbadâir) misâller verdik. (Fakatküfürdeısrarettikleriiçin) hepsini batırıp yerle bir ettik.
40. (Ey Peygamberim!) Andolsun onlar (KureyşmüşrikleriticâretiçinŞam’agiderlerken, öncelerihalkına) felâket yağdırılmış olan o memlekete (yâniLûtkavmininSodomşehrinesıksık) uğramışlardı. (Acaba) onu (ibretiçin) görmüyorlar mıydı? Hayır! Onlar yeniden dirilmeyi ummuyorlar.
35-40. (35).’Andolsun ki, Biz Mûsâ’ya Kitabı (Tevrât’ı) verdik.’ Sen Rasuller arasında benzeri görülmemiş bir tip değilsin. Kur’ân-ı Kerîm’in senin üzerine indirilmiş olması da Allah tarafından indirilen kitaplar arasında benzeri olmayan bir olay değildir. ‘Kardeşi Hârûn’u da onunla birlikte vezir yaptık.’ Onu destekleyici, ona yardımcı ve onu teyid edici bir peygamber olarak gönderdik; o da bir beşerdi. Mûsâ’nın yardımcısı da onların vehmettikleri gibi meleklerden değildi. Nesefi der ki: ‘Vezirlik nübüvvete aykırı değildir. Aynı dönem içerisinde birden fazla peygamber gönderilir ve bunlara birbirlerine yardımcı ve destek olmaları emredilirdi. (S. HAVVÂ, 10/209)
(36).‘Âyetlerimizle yalanlayan kavme gidin, dedik.’ Yâni Ey Muhammed, seni bütün insanlara gönderdiğimiz gibi, onları da Firavun’a ve kavmine göndermiştik. Onlar seni inkâr ettiler, şirk koştular. Allâh’ın âyetlerini tahrif ettiler, değiştirdiler, yalanladılar. ‘Neticede o kavmi yerle bir ettik.’ Görülmemiş bir şekilde helâk ettik. Çünkü ‘tedmir’ = yerle bir etmek’ görülmemiş bir işle helâk etmek mânâsına gelir. (S. HAVVÂ, 10/209)
(37).’Nuh kavmine gelince, peygamberleri yalancılıkla itham ettiklerinde onları, suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret yaptık.’ Nuh (as)a kavmi isyan edince, Yüce Allâh’ın isteği ile bir gemi hazırlamış, kendisine inanan az bir topluluk ve hayvanlardan türler gemiye alınmış, arkasından boşanan yağmur ve sellerle Ortadoğu, başka bir görüşe göre tüm dünyâ sular altında kalmıştır. Bundan sonra insan nesli bu gemideki kurtulanlar yoluyla sürmüştür. (bk. A’raf 7/59-64; Hûd 11/25-34, 36-49; Şuarâ 105-122; Nûh71/1-28, H. DÖNDÜREN, 2/595)
(38).’Âd ve Semûd’u da; Ress ashabını (aynı şekilde helâk ettik). Ashab-ı Res(s), konumuzolan35. Âyetindışında bir de Kâf sûresinde (50/12) peygamberlerini yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre Res(s), Orta Arabistan’daki Yemâme’de bulunan bir kasaba, vâdi veya kuyu adıdır. Ashâb-ı Ress ’in Yâsin sûresinde geçen (36/13) ashâb-ı karye veya Hz. Şuayb’in kavmi yâhut Semûd’un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, Râzi’nin de belirttiği üzere bu bilgilerin hiç biri ne Kur’ân’a ne de sahih bir rivâyete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların inkârları yüzünden helâk edildikleridir. (KUR’AN YOLU, 4/125)
(39).‘..ve bunların arasında birçok nesilleri de.’ Sözü geçen bu kavimler arasında da kendilerine gönderilen rasulleri yalanlayan ve bundan dolayı helâk edilen, Allah’tan başka kimsenin bilmediği pek çok kavimler geldi, geçti, (S. HAVVÂ, 10/210)
’Her birine misâller vermiştik.’ Onlara delilleri açıklamış, ileri sürecekleri hiçbir mâzeretlerini bırakmamış, geçmişlerin kıssalarından hayret verici kıssalar açıklamışızdır. ‘Hepsini de kırıp geçirdik.’ Onları bu şekilde helâk ettik. Bu kimseler, bu sözü geçenlerin başına gelenlerden öğüt ve ibret almıyorlar mı? Geçmişleri nelerle inzar edip / korkutup uyardıysak, bunları da aynı şekilde uyarıyoruz. Onlara bir elçi gönderdiğimiz gibi, berikilere de bir elçi göndermiştik. (S. HAVVÂ, 10/210)
(40).’Andolsun ki, bunlar belâ yağmuruna tutulmuş olan kasabaya uğramışlardır.’ Lût kavmine âit şehirlerin en büyüğü olan Sedum kasabası ki, oraya taş yağdırılmıştı. Kureyşli’ler Şam’a ticârete giderken, buraya uğruyorlardı. (ELMALILI, 6/70)
25/41-44 KÖTÜ DUYGULARINI İLÂH EDİNENİ GÖRDÜN MÜ?
41. (Ey Peygamberim! Müşrikler) Seni gördükleri zaman: “Allâh’ın peygamber olarak gönderdiği bu mu?” (diyerek) seni eğlenceye alırlar. [bk. 13/32; 21/36]
42. (Müşrikler) “Eğer biz (tapmadavebağlılıkta) sebat etmeseydik, neredeyse bizi put / tanrılarımız(abağlılık)tan saptıracak (Allâh’aveO’nunemirlerinebağlayacak)tı.” (derler). Onlar azâbı gördükleri zaman, kimin yolunun daha sapık olduğunu bileceklerdir.
43, 44. (Ey Peygamberim! Allâh’ıvehükümleriniunutup) hevâlarını/arzu ve heveslerini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi doğru yola getireceksin? [bk. 28/50; 45/23] 44. Yoksa sen, hakikaten onların çoğunun, (hakkı) dinlediklerini veya düşünüp anladıklarını mı zannediyorsun? (Zannetme) Hayır! Öyle değil. Onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha şaşkındırlar. [krş. 7/179]
41-44. (42).‘(Müşrikler) “Eğer biz (tapmadavebağlılıkta) sebat etmeseydik, neredeyse bizi put/tanrılarımız(abağlılık)tan saptıracak (Allâh’aveO’nunemirlerinebağlayacak)tı.” (derler).’ Bu ifâdede, Rasûlullah (s)’in, onları dâvet etmek, onlara karşı delilleri ortaya koymak konusundaki aşırı çaba ve gayretinin delili vardır. Allâh’ın Rasûlü, bu konuda o kadar ısrarla davranıyordu ki, onların iddiâlarına göre neredeyse kendileri de özellikle ısrar etmeseler, putlarına ibâdete sımsıkı sarılmamış olsalardı, dinlerini terk edip İslâm’a girmiş olacaklardı. Onların takındıkları bu tavır, câhilce bir tavır olduğundan dolayı, onlara verilen cevap bir tehdittir ve bir gözdağı mâhiyetindedir: ‘’Azâbı gördükleri vakit, kimin yolunun en sapık olduğunu bileceklerdir!’ Onların kendilerine verilen mühlet uzasa da, Allâh’ın gazâbından kurtulamayacaklarına dâir bir tehdittir. (S. HAVVÂ, 10/211)
‘Alay etmek’ küçümsemenin, önemsiz ve değersiz görmenin sonucudur. Mekkeli müşrikler, yetim büyüyen ve varlıklı olmayan Hz. Muhammed (s)’i peygamberliğe lâyık görmüyorlar, ‘Bu Kur’an iki şehrin birinden, bir büyük adama indirilmeliydi, diyorlardı.’ (43/31). Muhammed (s)’i küçümsüyorlar, bu sebeple alay ediyorlardı. Herhangi bir insan ile alay etmek büyük günah, peygamber ile alay etmek ise inkârdır. (İ. KARAGÖZ 5/224)
(43).’Hevâsını kendisine ilâh edineni gördün mü?’ Âyet-i Kerîme, yapıp yapmadığı her hususta hevâsına itaat eden kimsenin, hevâsına ibâdet eden ve onu ilâhı edinen bir kimse olacağının delilidir. Bu bakımdan Yüce Allâh’ın hevâsından başka kendisine mâbud kabul etmeyen böyle bir kimsenin hidâyete nasıl dâvet edilebileceği konusunda Rasûlüne açıklamada bulunduğunu görüyoruz. Bu da hevâsına ibâdet eden herkesin aynı zamanda bir müşrik olduğunu ve bu şekilde olan bir kimsenin hakkın çağrısını kabul edebilecek durumda olmadığını ifâde etmektedir. Aynı şekilde peygambere düşenin tebliğden ibâret olduğunu da dile getirmektedir. Âyet-i Kerîme, hevâsına tâbi olup, Allah’tan başkasına ibâdet eden herkesin bu durumunu reddetmektedir. (S. HAVVÂ, 10/214)
Bunlar delil, tanık, hak, hukuk tanımaz, yalnız kendi istek ve zevkine taparlar, zevkleri kendilerinin felâketine sebep olduğunu bilseler de yine, hakkı zevklerine kurban ederler. Dîni de insanın soyut duygularından, yâni sâdece istek, arzu ve zevklerinden ibâret sayarlar, gönülleri neye çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar. (ELMALILI, 6/70)
(44).‘Yoksa sen, hakikaten onların çoğunun, (hakkı) dinlediklerini veya düşünüp anladıklarını mı zannediyorsun? Hayır! Öyle değil. Onlar hayvanlar gibidir, hattâ yolca daha şaşkındırlar.’ Burada işitecek kulaklarının ve düşünecek akıllarının olmadığı ifâde edilmektedir. Çünkü onlar hakkı işitmek için kulak vermiyorlar. Onun üzerinde akıllarıyla düşünmüyorlar. Bu bakımdan, gaflet ve dalâlette âdetâ örnek durumda olan dört ayaklı hayvanlara benzerler.(S. HAVVÂ, 10/214)
‘hattâ onlar yolca daha da sapıktırlar.’ (Diğer taraftan) onlar, hayvanlardan da sapıktırlar. Çünkü hayvanlar Rablarını tesbih etmekte, kendilerine yem verenlere itaat etmekte, kendilerine kötülük yapanlarla iyilik yapanları ayırt edebilmekte, faydalı olacak şeyleri istemekte, kendisine zararlı olacak şeylerden uzak durabilmekte, nerede otlayıp, nerede su içeceğini bilebilmektedir. Bunlar ise Rablerine boyun eğmiyor, kendilerine yaptığı iyilikleri düşmanları olan şeytanın kötülüklerinden ayırt edemiyor, en büyük menfaat olan sevap ve ecri istemiyor, zarar ve tehlikelerin büyüğü olan cezâdan sakınmıyorlar. (S. HAVVÂ, 10/214)
Bu (gibi) kimseler Rablarını tanımazlar. O’nun nîmetlerine karşı nankördürler. Ebedi fayda olan sevâbı istemez, en büyük zarar olan azaptan korunmazlar. Yurtlarına bile hâinlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır, haksızlık ve fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyâyı karıştırırlar. (ELMALILI, 6/71)
25/45-49 GÖLGEYİ NASIL UZATTIĞINI GÖRMEDİN Mİ?
45, 46. (Ey Peygamberim!) Görmedin mi? (Gör, bil, bak) Rabbin gölgeyi nasıl uzattı/yaydı? Eğer dileseydi elbette onu hareketsiz kılar (dünyâdönmez, gölgeyideolduğuyerdebırakır)dı. Sonra biz güneşi, o (gölgeninolması)na bir delil kıldık. 46. Sonra onu, (uzayangölgeyigüneşinyükselmesiyle) azar azar kendimize çekip alırız.
47. O (Allah) ki geceyi sizin (sükûnetiniz) için bir örtü, uykuyu bir dinlenme yapan, gündüzü de (çalışmakiçin) yeniden kalkış (veyayılışvakti) kılandır. [bk. 28/73; 78/9-11]
48, 49. O, (yağmur) rahmetinin önünde bir müjdeci olarak rüzgârları gönderendir. Onunla ölü toprağı canlandıralım, hem de yarattığımız nice hayvanları ve insanları onunla sulayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik. [krş. 22/5; 35/9]
45-49. (45).’Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu (dâimâ) hareketsiz kılardı.’ Yâni hareket ve durgunluğunun kendiliğinden olmayıp, ne verilirse onu kabul ettiğine ve gerçek etkileyicinin, basit etkiler değil, yalnız ve yalnız Yüce Allâh’ın dilemesi ve istemesi olduğuna özellikle dikkat çekme ve uyarmadır. Yâni Rabbın dileseydi o gölgeyi uzatmaz, uzattıktan sonra değiştirmez, bir kararda durdururdu. Fakat durdurmaz, değiştirir. (ELMALILI, 6/76)
‘Rabbinin gücünü ve yaptıklarını görmedin mi?’ soru cümlesi, peygamberin şahsında bütün insanlara yöneliktir. ‘.. görmedin mi?’ sorusu bilgi edinmeye yönelik değil, gör ve bil anlamındadır. İnsanın, tabiatta olup bitenlere bakması, görmesi, incelemesi ve bütün bunları yapan Allâh’ı anması, O’nun gücünü ve yaptıklarını anlaması gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/228)
‘Sonra Biz güneşi ona delil kıldık.’ Güneş vâsıtasıyla gölge bilinebilmektedir. Güneş olmasaydı, gölge bilinemezdi. Çünkü eşya, zıtları ile bilinir. (S. HAVVÂ, 10/215)
’Sonra onu yavaş yavaş kendimize çektik.’ Onu yok eder ve görünmez kılarız. Çünkü yok olan herşey Allâh’a döner. Her şey Allah’tandır ve Allâh’a dönmektedir. (MEVDÛDİ, 3/531)
Yâni güneş doğdukça gölge çekilmekte ve Allah’tan geldiği gibi, yine yavaş yavaş, azar azar Allâh’a döndürülmektedir. Hakikat güneşi görününce, gölge söner, Hakk’a döner. İşte Hak’tan uzanmış bir gölgeden ibâret olan bütün âlemin de içyüzü bu, sonu budur. (ELMALILI, 6/76, 77)
(47).’Size geceyi örtü, uykuyu rahatlık kılan ve gündüzü çalışma zamânı yapan O’dur.’ Organlar ve uzuvlar gündüzün maişet için yeryüzüne yayılmakta çokça hareket ettiğinden dolayı yorulur. Gece olunca bu organlar sükûn bulur, hareketler sükûn bulur (ve) bedenler dinlenir ve bunun sonucunda da hem beden hemde rûhun dinlendiği uyku hâsıl olur. ‘ve gündüzü çalışma zamânı yapan O’dur.’ Yâni gündüzün insanlar maişetlerini sağlamak, kazanmak ve geçim sebeplerini elde etmek için etrâfa yayılırlar. Nesefi şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme yaratanın kudretine delâlet etmekle birlikte, Allâh’ın kullarına olan nîmetini de ortaya koymaktadır. Çünkü gece karanlığının perdesinin arkasına çekilmekte hem dînî hem dünyevi faydalar vardır. Ölüme ve hayâta bir bakıma benzeyen uyku ve uyanıklıkta ise ibretalanlariçin ibretler vardır. (S. HAVVÂ, 10/215, 216)
Her gece insanların uyuması ve sabahleyin yeniden uyanması, ölümün ve yeniden dirilişin bir öğretilmesidir. Dolayısıyla ölümden sonraki hayâtın bir gerçek olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple Rasûl-i Ekrem (s) sabaha çıktığında: Hadis: Bizi öldürdükten sonra dirilten ve ölümden sonra yeniden diriltip huzûruna kalkacağımız Allâh’a hamdolsun’ diye duâ ederdi. (Buhâri’den, Ö. ÇELİK, 3/574)
(48, 49).’Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderen O’dur.’ Rüzgârların; kirli havayı temizleme, bulutları iç içe getirip ‘yağmur bulutu’ oluşturma, bulutu çeşitli yerlere nakletme, bitkiler arası aşılamayı sağlama, elektrik enerjisi üretme gibi pek çok yararları vardır. (H. DÖNDÜREN, 2/595)
Rüzgârların oluşumunu sağlayan yüce Allah’tır. Hiçbir şey gelişigüzel, kuralsız ve ölçüsüz hareket etmediği gibi, rüzgârlar da yüce Allâh’ın varlık âlemindeki kurallarına göre hareket eder. Âyette bu husus ‘Allah rüzgârı gönderendir’ şeklinde ifâde edilmiştir. (..) Rüzgârlar, ağaç ve bitki çiçeklerinde bulunan polenleri taşıyarak çiçek, bitki ve ağaçların döllenmesini, tohumların etrafa saçılarak ağaç ve bitki örtüsünün yayılmasını, deniz ve göllerde dalgalanmayı gerçekleştirerek deniz canlılarının yaşaması için gerekli olan oksijenin suya karışmasını sağlar. Kirli havayı dağıtıp uzaklaştırır, ormanların üzerindeki temiz havayı ddünyaya yayar ve havada serinlik yapar. Bütün bunlar hem Allâh’ın varlığının bir delili, hem de lütfu ve nimetidir. (İ. KARAGÖZ 5/232)
Atmosferdeki su buharının yoğunlaşmasını, bulutta su taneciklerine dönüşmesini sağlayan yüce Allah’tır. Bütün bunlar, kendiliğinden değil, Allâh’ın varlık âlemine koyduğu bir nizam sonucu meydana gelmektedir. Bu, hem Allâh’ın bir nimeti, hem de varlığının ve gücünün bir delilidir. (İ. KARAGÖZ 5/233)
‘..ve Biz gökten’ yânibuluttan ‘tertemiz bir su’ yağmur indirdik.’ O su vâsıtasıyla temizlenilir. ’Onunla’ yâni yağmur ile ‘ölü toprağa can verelim (diye).’ İbn Kesir der ki: Yâni uzun süredir yağmur bekleyen toprakları canlandıralım, diye. Uzun süre yağmur almamış bu topraklarda ne bitki, ne bir şey vardır. Yağmur geldiği zaman canlanır, çoraklıktan kurtulur, çeşitli renklerdeki çiçek ve bitkilerle donanır. (S. HAVVÂ, 10/216)
‘Ve yarattığımız nice hayvan ve insanları sulayalım.’ İbn Kesir şöyle demektedir: O sudan hayvanlar ve insanlar içerler. Ona ihtiyaçları sonsuzdur. Çünkü hem içmek için, hem ekin ve meyveleri için suya muhtaçtırlar. (S. HAVVÂ, 10/216)
25/50-52 İNSANLARIN ÖĞÜT ALMALARI İÇİN
50. Andolsun ki onu (yağmur, bulut ve rüzgârları), (suyu) ibret almaları için aralarında (yerleregöre) çeşitli şekilde evirip çevirmekteyiz. Ama insanların çoğu, ancak nankörlükte direndi(ler).
51. Eğer dileseydik her kasabaya bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik.
52. (Ey Peygamberim!) Sen kâfirlere boyun eğme, bununla (yâniKur’ân’la) onlara karşı büyük bir cihâda giriş.
50-52.(50).’Andolsun ki, düşünüp ibret alsınlar diye onu aralarında evirip çevirmekteyiz.’ Andolsun Biz değişik topraklarda ve farklı zamanlarda değişik niteliklerde kimi zaman bir çisinti, kimi zaman sağanak, kimi zaman yavaş, kimi zaman hızlı, kimi zaman bir yerde, kimi zaman bir başka yerde, olmak üzere, farklı niteliklerde, aralarında yağmuru evirip çevirdik. (S. HAVVÂ, 10/217)
Bulutların varlığı, rüzgârların esmesi ve yağmurun beldelere göre farklı şekillerde az veya çok yağması, Kur’an’da müteaddit defâlar anlatılması, insanların bunları yaratanın Allah olduğunu bilmeleri, anlamaları, öğüt, ders ve ibret almaları içindir. Ancak, insanların çoğu, bu nîmetleri bilmemekte, görmemekte, anlamamakta ve nîmet veren Allâh’aşükrederek ibâdetetmemekte, nankörlük etmektedir. Yağmuru yağdıranın Allah olduğunu, bilen, ancak bu nimete şükretmeyen kimse nankör olur. (İ. KARAGÖZ 5/235)
İslâm’ın mûcizelerinden birisi de İbn Kesir’in naklettiği şekilde İbn Abbas ile İbn Mes’ud’un söyledikleri şu sözlerdir: Bir sene boyunca düşen yağmur, bir diğer senenin yağmurundan daha fazla değildir. (..) İbn Mes’ud ve İbn Abbas’ın söz konusu ettiği bu husus, şu anda konunun uzmanı olan ilimadamlarıtarafından ispat edilmiş bulunmaktadır. Çünkü onlar şöyle demektedir: Dünyâda buharlaşma oranı seneden seneye bir zerre dahi artmamaktadır. Çünkü yerin yıllık olarak aldığı harâret artmıyor ve eksilmiyor. (S. HAVVÂ, 10/237)
Hadis: Zeyd b. Hâlid Cüheni (r)’dan rivâyete göre o şöyle demiştir: Rasûlullah (sa) Hudeybiye’de geceleyin yağan yağmurun ardından sabah namazını kıldı. Namazdan çıktıktan sonra insanlara yöneldi ve: ‘Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?’ buyurdu. Oradakiler: ‘Allah ve Resûlü daha iyi bilir!’ dediler. Peygamber (sa) dedi ki: ‘O şöyle buyurdu: ‘Kullarımdan bâzısı bana (îman ederek) mümin, bâzısı da kâfir olarak sabahladı. Allâh’ın lütfu ile bize yağmur yağdı’ diyen kimse bana îman etmiş ve yıldızı inkâr etmiştir. ‘Falan yıldız sebebiyle bize yağmur yağdı’ diyen kimse ise beni inkâr etmiş, yıldıza îman etmiştir.’ (Buhâri, Müslim’den, İ. H. BURSEVİ, 13/582, 583)
(51).’Dileseydik her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik.’ (Ancak) Bizler bütün âlemlere rasul olarak göndermek sûretiyle bütün elçilerin faziletlerinin sende toplanmasını istedik. Bu bakımdan sâdece seni, bütün insanlara peygamber olarak gönderdik ve bununla seni ululadık ve tek başına sen onların hepsinin durumundasın. (S. HAVVÂ, 10/217)
(Başka bir ifâdeyle – âyetin işâretine göre- ) Hz. Muhammed’in son ve kendi döneminde tek peygamber olarak gönderilişinin temel gerekçesi, artık insanlığın yazılı bilgi ve iletişim çağına ulaşması; uygarlıkların evrensel boyut kazanması için gerekli şartların oluşmasıdır. Nitekim bu sâyede Hz. Muhammed’in İslâm mesajı -onun komşu ülkelerin liderlerine İslâm’a dâvet mektupları yazması örneğinde görüldüğü gibi – bizzat kendi girişimlerinin katkısıyla daha o dönemde Arap yarımadasının sınırlarını aşmış ve İslâm henüz birinci yüzyılını doldurmadan, bir dünyâ dini hâlini almış; İslâm’ın kutsal kaynağı Kur’ân da orijinal hâlini korumuştur. (KUR’AN YOLU, 4/130)
(52).’O hâlde kâfirlere boyun eğme.’ Âyet, Peygambere ve onun şahsında müminlere bir emir ve bir yasak bildirmektedir. (..) ‘.. kâfirlere itaat etmemek’ ile maksat, onların İslâm’a uymayan inanç, düşünce, söz, fiil davranışlarını benimsememektir. Din konusunda, Allah ve peygamberden başkasının İslâm’a uymayan inanç, düşünce ve sözlerini kabul eden, Allâh’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram kılan kimse, Allâh’a bunları ortak koşmuş olur. Çünkü dînî hükümler, helâl ve haram konusundaAllah’tan başkasını hâkim, yâni hüküm verme, helâl ve haram koyma konumuna yükseltmiş olur. (İ. KARAGÖZ 5/236)
Yâni sana olan nîmetime şükür, sabır ve tâvizsizlik ile karşılık ver. Ben seni bütün peygamberlere üstün kıldığım gibi, sen de benim rızâmı tercih et ve üstün tut. (S. HAVVÂ, 10/217)
Hadis: ‘Allâh’a isyan konusunda itaat olmaz. İtaat ancak mâruf (İslâm’a ve akl-ı şelîme uygun olan şeylerde) olur.’ (Müslim İmâre 39; İ. KARAGÖZ 5/237)
‘..ve bununla (Kur’ân ile) onlara karşı büyük bir cihad et!’ Bu Kur’ân ile onlara karşı mücâdele ver ve onların benzerini getirmekten âciz olduklarını yüzlerine, vura vura söyle. Bu cihâdın Yüce Allah katındaki değeri büyüktür. Çünkü bu cihâdın gerçekleştirilmesinde zorluklara tahammül edilir. (S. HAVVÂ, 10/217)
Cihad ve mücâhede, bütün gücüyle düşmana karşı koymaktır. Sefih kimselere karşı belge ve delillerle mücâhede, düşmanla kılıçla cihaddan daha büyüktür. Bu âyette mücâhedenin kılıçla savaşmaya yorulmaması, ona izin verilmesinin hicretten bir zaman sonra meydana gelmiş olmasındandır. Bu sûre ise, Mekke’de inmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 13/585)
25/53-55 TATLI VE ACI İKİ DENİZ ARASINA SINIR KOYAN O’DUR
53. O (Allah)’dır ki iki denizi (birbirine) salmıştır. Bu(nlardan) biri tatlı, susuzluğu keser, şu (diğeri) de tuzlu ve acıdır. (Allah) aralarına bir perde ve (karışmalarını) önleyen bir engel koymuştur.
54. İnsanı (nutfeolarak) sudan yaratıp da ona soy sop ve akrabalık bağı veren O’dur. Senin Rabbin her şeye kâdirdir.
55. (Böyleiken) Allâh’ı bırakıp kendilerine fayda ve zararı olmayan putlara taparlar. Zâten kâfir(ler), Rabbine karşı şeytana arka çıkarlar. [bk. 58/22]
53-55. (53).’İki denizi salıveren O’dur. Bunun suyu tatlı ve serinletici, ötekinin ki tuzlu ve acıdır.’ Aralarına da bir berzah (engel) koymuştur.’ Berzah, iki şey arasındaki bir engel, iki deniz arasındaki dildir. ‘Ve bir hicr-i mehcur, aşılmaz bir serhad, yâni bir nefret ve zıddiyet, bir sınırlı hat çizmiştir ki, birbirlerine karışmaları mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmaları mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmayarak evrende yer almış olmaları, yalnız ve yalnız Yüce Allâh’ın koyduğu korumanın eseridir. (ELMALILI, 6/79)
Âyette de ifâde buyurulduğu gibi, Yüce Allâh’ın yasaları uyarınca tatlı sular, ırmaklar denizlere akmakta; bununla birlikte, günümüzde deniz araştırmalarının açıkça kanıtladığı üzere, bâzı denizlerde tatlı su ile tuzlu suyun karışmadığı görülmekte(dir). Âyetteki ifâdeyle âdetâ bu iki su kütlesinin arasında ‘bir engel, aşılmaz bir perde’ bulunmakta, bilimin bu yeni keşfinin Kur’ân tarafından çok açık ifâdelerle ortaya konması, Kur’ân’ın açık bir mûcizesi olarak değerlendirilmektedir. (Maurice Bucaille’den, KUR’AN YOLU, 4/131)
(54).’O ki sudan bir insan yarattı.’ Yalnız mâ-i dâfık (fırlayan su) mâ-i mehin (hakir su) denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken, genel olarak hayâtın kaynağı olan ve gökten indirildiği bildirilen ‘Biz her canlıyı sudan yarattık.’ (Enbiyâ, 21/30) buyurulan sudan – ‘da onu neseb ve sıhriyyet bağı yaptı.’ Yâni soy sop olmak üzere iki cinse ayırdı: Erkek ve dişi. Bu sûretle insanlara bir özellik verdi. (ELMALILI, 6/79)
Çünkü O, bir tek nutfeden erkek ve dişi olmak üzere iki tür insan yaratmıştır. Şöyle de denilmiştir: Erkek tarafından akrabâlık ile onu neseb, evlilik yoluyla kurulan akrabâlık ile de sıhri akrabâlık kılmıştır. Çünkü insanların birbirlerine bağlanmaları, hem neseb yoluyla, hem sıhri akrabalık yoluyla gerçekleşmekte ve beşeriyetin üremesi bu şekilde devam etmektedir. (S. HAVVÂ, 10/218)
Burada insanın, bir spermadan doğuşu ve erkek ve kadından soyunun türeyişi mûcizesi tevhide delil olarak anılmaktadır. Her ne kadar, erkek ve kadın aynı türe âit ise de yine de onlar önemli ortak insâni niteliklere ve buna karşılık farklı fiziki yapı ve psikolojik özelliklere sâhip iki cinstir. Mutlak Kâdir olan Allâh’ın bu ‘farklılığı’, bu iki cinsi düşman değil, birbirini tamamlayan kılması tevhide bir delildir. Dünyâda gerekli oranda oğullar ve kızlar yaratması da Kadîr yaratıcının bir plânıdır. (MEVDÛDİ, 3/533)
(55).’Allâh’ı bırakıp, kendilerine fayda ve zarar veremeyen şeylere ibâdet ederler.’ Yüce Allah, müşriklerin Allah’tan başka taptıkları fayda da veremeyen, zararı da olmayan putlara ibâdet etmekle ne kadar câhillik ettiklerini haber vermektedir. Hâlbuki onların bu ibâdete kendilerini götüren ne bir delilleri, ne de bir hüccetleri vardır. Bilâkis onlar, mücerred görüş, arzu ve hevâlarıyla bu ibâdete yönelmişlerdir. Onlar bu putlarını dost edinirler, onların yolunda savaşırlar; bu putlar uğruna Allâh’a, Rasûlüne ve müminlere de düşmanlık ederler. İşte bunun için Yüce Allah: “ Kâfir, Rabbine karşı duranın yardımcısıdır” diye buyurmuştur.Yâni Allâh’ın tarafına karşı şeytan yolunda yardımcılık etmektedir. Mücâhid der ki: yâni şeytana Allâh’a günah uğrunda destek olmakta, yardımcı olmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/218, 219)
25/56-58 ÖLÜMSÜZ VE DÂİMÂ DİRİ OLAN ALLÂH’A GÜVANİP DAYAN
56. (Ey Peygamberim!) Biz seni, sâdece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57. (Ey Peygamberim!) De ki: “Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimse(lerolmanızı) istiyorum.” [krş. 6/90; 34/47; 42/23]
58. (Ey Peygamberim!) Hiç ölmeyen, dâimâ diri (HayyveBâkî) olan (Allâh’)a güvenip dayan O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.
56-58. (56).’Biz seni sâdece (müminlere) bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.’Allâh’a
itaat eden kimseleri cennet ile müjdeliyor, Allâh’ın emrine aykırı hareket eden kimselere de önlerinde
şiddetli bir azâbın bulunduğunu belirterek uyarıyor. (S. HAVVÂ, 10/223)
Hadis: Rasûl-i Ekrem (s) şöyle buyurur: ‘Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır. (Buhâri Ashâbü’n Nebi 9’dan, Ö. ÇELİK, 3/578)
(57).’De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum.’ Tebliğime ve uyarılarıma karşılık sizden
istediğim bir ücret yoktur. Bun bunu Yüce Allâh’ın rızâsı için yapıyorum. (..) Yâni benim ecrim, sizin îman, itaat, tasadduk ve infak hususunda Allâh’ın yolunu izlemenizdir. İşte bu benim ecrimdir. (S. HAVVÂ, 10/223)
Yüce Allah, Hz. Peygamber’in kâfirlere ‘îman edin’ deyip Müslüman olmalarını istemekle onların mallarında gözünün olmadığını söylemesini, fakat îman edipmalını Allah yolunda harcamak isteyene de engel olmayacağını bildirmesini emretmiştir. Çünkü Mekkeli müşriklerin ileri gelenleri, çeşitli vesîlelerle, peygamberlik dâvâsından vaz geçmesi karşılığında kendisine dilediği kadar servet vermek, başlarına lider yapmak ve en güzel kadınlarla evlendirmek gibi câzip tekliflerde bulunmuşlar(dır). Fakat Hz. Peygamber, bu teklifleri kesinlikle reddetmiş, ‘Kâfirlere itaat etme, onlara karşı Kur’an ile büyük bir cihad yap’ emri gereğince tebliğ ve irşad görevini sürdürmüş(tür). Sürekli Allâh’a dayanıp güvenmiş ve görevini ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür. (İ. KARAGÖZ 5/242)
(58).‘Ölümsüz ve dâimâ diri olan Allâh’a güvenip dayan.’ Tevekkülün aslı, kulun bütün olayların Allah’tan sâdır olduğunu, O’ndan başkasının yaratma gücü olmadığını bilmesi ve muhtaç olduğu her hususta işini Allâh’a havâle etmesidir. Tevekkül’ün bu kadarı farzdır ve îmânın şartlarındandır. Allah Teâlâ: ‘Eğer müminler iseniz ancak Allâh’a tevekkül edin.’ (Mâide, 5/23) buyurmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 13/599)
Allâh’a tevekkül, çalışmadan, sebeplere sarılmadan işi Allâh’a havâle etmek değildir. İnsan her ne iş yaparsa yapsın, o işini kurallarına uygun olarak yapacak, çalışacak, sabredecek, Allah’tan başarısı için yardım isteyecek ve Allâh’ın kendisini başarılı kılacağına güvenecektir. Bu konu, Ankebut sûresinin 58-59’ncu âyetlerinde açıkça belirtilmiştir: ‘Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve Rablerine tevekkül ederler.’ Buna göre çalışma, sabır ve tevekkül birlikte olacaktır. (İ. KARAGÖZ 5/243)
‘O’nu hamd ile tesbih et.’ Hadis: Kim her gün yüz defa ‘Sübhâna ‘llâhi ve bi hamdihi’ (Allâh’ı hamd ile tesbih ederim) derse, günahları deniz köpüğü kadar bile olsa affedilir.’ (Buhâri’den, İ. H. BURSEVİ, 13/600)
25/59-62 İBRET ALMAK VEYA ŞÜKRETMEK DİLEYEN KİMSELER İÇİN
59. Allah, gökleri, yeri ve aralarında olan şeyleri altı günde (devirde) yaratan, sonra Arş’ı hükmü altına alandır. Rahmân’dır. Bunu (ondan) haberi olana sor. [bk. 7/54; 11/7]
60. Müşriklere: “Rahmân’a secde edin.” denildiği zaman, “Rahmân da nedir? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?” dediler ve (busecdeemri) onların nefretini artırdı.
61. Gökte burçları (yıldız kümeleri) yaratan, içlerinde (ışık) saçan bir kandil (birgüneş) ve (yansıtıp) aydınlık veren bir ay var eden (Allâh’)ın şânı yücedir. [bk. 17/12; 28/71-73; 36/37-38]
62. O, (düşünüp) öğüt almak isteyen veya şükretmek dileyenler için, gece ile gündüzü birbiri ardınca getirendir.
59-62. (59).‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra da Arşa istivâ eden Rahman’dır O.’ Yüce Allâh’ın gökleri ve yeri yarattığı günler, kesinlikle bizim dünyâmızın günlerinden farklıdır. Çünkü bizim günlerimiz güneş sisteminin bir yansımasıdır, göklerin ve yerin yaratılışından sonra meydana gelmiş uzaydaki dolaşımın ölçüleridir. Bu günler, dünyânın güneş karşısında kendi etrâfında dönüşünün süresine ayarlıdırlar. Yaratılış ‘ol’ kelimesinde sembolleşen ilâhi irâdenin yönelişinden başka bir şey gerektirmez. Bu irâde gerçekleşir gerçekleşmez, varoluş tamamlanır. ‘Hemen oluverir.’ Belki de, sözü edilen altı gün süresini Allah’tan başka kimsenin bilmediği onun günleridir. Bu süre içinde bugünkü şeklini alana kadar göklerde ve yerde ard arda çeşitli evreler gerçekleşmiştir. Arşa kurulma ise, üstünlük ve egemenlik anlamındadır. ‘Sonra’ sözcüğü zamana ilişkin bir sıralama ifâde etmez. Bu sâdece dereceye, üstünlük ve egemenlik derecesine işâret etmektedir. (S. KUTUB, 7/568, 569)
‘.. gökler ile yer arasındakiler’ insan, cin, melek, yıldız, hava, su, toprak, bulut kısaca, canlı ve cansız âlemdeki bütün varlıklardır. (25/59, 44/28). (..) ‘Allâh’ın arşa istivâsı’ mecâzi anlamda olup, bununla maksatherşeyi yaratması, bütün varlıkları egemenliği altına alıp yönetmesidir. (10/3, 13/2, 20/5; İ. KARAGÖZ 5/245)
‘Bunu haberdar olana sor.’ Şunu belirtelim ki; bu emirde Rasûlullah (s) eğer Allâh’ı en iyi bilen bir kimse olmasaydı, Allâh’ı kendisinden daha iyi bilen bir kimseden Allâh’ı öğrenebilecek bir kâbiliyette olduğuna bir işârettir. Kendisi Allâh’ı en iyi bilen, Allâh’ın bir yarattığı olduğuna göre, herkesin Allâh’ı ondan öğrenmesi gerekir. Bu ve bundan önceki buyrukta, Yüce Allah bize şunu öğretiyor gibidir: Dâvet, müjdelemek ve uyarmak yolunun azığı Allâh’ı bilmek, O’na tevekkül etmek, ecir ve mükâfâtı yalnızca O’ndan beklemektir. (S. HAVVÂ, 10/224)
(60).’Onlara Rahmân’a secde edin, denildiği zaman; Rahman da nedir, Senin bize emrede geldiğine mi secde edeceğiz? derler.’ Sonra Allah Teâlâ’nın ‘Rahmân’a secde edin’ emri, Rahman’dan başkasına secde edilemeyeceğine delâlet eder. Şâyet bu câiz olsaydı, kadına kocasına secde etmesi emrolunurdu. (Tirmizi’den, İ. H. BURSEVİ, 13/605)
Şemsü‘l Eimme Serahsi der ki: Ululama için Allah Teâlâ’dan başkasına secde etmek, küfürdür. Âlimlerin önünde toprağı öpmek gibi bâzılarının yaptıkları fiiller haramdır. (..) Sultanların ve başkalarının önünde eğilmek de mekruhtur. Çünkü bu Yahûdilerin fiiline benzer. (İ. H. BURSEVİ, 13/605)
Müşriklerle Hudeybiye sözleşmesi yapılırken Peygamberimiz (s), Hz. Ali’ye ‘Rahman ve Rahim Allâh’ın adı ile’ yaz buyurdu. Müşrikler ‘Rahman nedir, biz bilmiyoruz’ deyip, besmelenin yazılmasına itiraz etmişlerdi. Peygamberimiz (s) de besmele yerine ‘Allâh’ım senin adınla’ cümlesini yazdırmıştı. Çok merhametli anlamına gelen ‘Rahman’ ismi, sâdece Allâh’a mahsustur. Başka hiçbir varlık için kullanılmaz. (İ. KARAGÖZ 5/246)
(Bu âyet) en önemli secde âyetlerindendir. Okuyana ve dinleyene hemen secde etmek, Hanefilere göre vâcip, diğer fakihlere göre sünnettir. (H. DÖNDÜREN, 2/595)
(61).‘Gökte burçlar (muazzam yıldızlar) vâreden, orada ışık saçan güneşi ve aydınlatan ay’ı vâreden Allah, yüceler yücesidir.’ ‘Yıldız kümeleri’ diye çevirdiğimiz ‘bürûc’ kelimesi, her ne kadar klâsik tefsirlerde genellikle eski Grek astronomi – astrolojisinden gelen bilgiler ışığında yorumlanmışsa da (Meselâ Râzi, Kurtubi, Şevkâni), Kur’ân’ın bu kavramını, modern astronominin verileri ışığında ‘yıldız kümeleri’ veya ‘galaksiler’ olarak anlamak gerekir. Eski tefsirlerde ‘bürûc’ ‘büyük yıldızlar’ olarak da açıklanmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/134)
Yıldızlar gökyüzünün süsü, Ay gecenin aydınlatıcısı, Güneş yeryüzünün ısı ve ışık kaynağıdır. Yıldızlar, ay ve güneş bir sistem içerisinde yüce Allâh’ın kendilerine verdiği görevi yapmaktadır. Yıldızlar, Ay ve Güneş hem Allâh’ın varlığının ve kudretinin delili ve göstergeleri, hem insan ve diğer canlılar için birer nimettir. (İ. KARAGÖZ 5/247, 248)
Râğıb der ki: ‘es Sirâc’ bir fitil ile parlayan ve ışık saçan lamba ve kandile denir. Etrâfı aydınlatan her şeye bu isim verilmiştir. Burada kastedilen ‘güneş’dir. Çünkü Allah Teâlâ: ‘….Güneşi de bir lâmba yaptı.’ (Nûh, 71/16) buyurmuştur. Güneş ve büyük yıldızlar, ışık saçma ve aydınlatma bakımından kandillere ve lâmbalara benzetilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Andolsun biz en yakın göğü lâmbalarla donattık.’ (buyurmuştur). (el Mülk, 67/5) (İ. H. BURSEVİ, 13/607)
(62).’İbret almak veya şükretmek isteyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur.’ Aralıksız olarak gece ile gündüz birbirini izlemektedir. Birisi giderken, öbürü gelir. Biri gelirken, öteki gider. Veya insan onlardan herhangi birisinde Allâh’a ibâdet etmek isterken, yerine getiremediği zikir, vird ve ibâdetlerini ötekinde yerine getirmek sûretiyle kazâsını yaparak telâfi eder, demektir. (S. HAVVÂ, 10/225)
Düşünen ve aklını kullanan bir insan, Güneş, yer, Ay, yıldızlar, akşam, sabah, gece, gündüzve mevsimlerin kendiliğinden var olmadığını, sistemsiz varlıklarını sürdüremeyeceklerini, boşuna yaratılmadıklarını, bunları bir yaratan ve yönetenin olduğunu, Güneş, Yer, Ay, yıldızlar, akşam, sabah, gece, gündüz ve mevsimlerin, insanlar ve diğer canlılar için bir nîmet ve lütuf olduğunu anlar, bunları yaratanı tanır, îman eder ve nîmetlere şükreder. Bir insanın şükredebilmesi için şartlarına uygun îman etmesi, Allâh’ın emir ve yasaklarına uyması gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/248)
Şâyet insanlar gece ve gündüzü dönüşümlü olarak yaşamasalardı, gece ve gündüz birbirine ardışık olarak gerçekleşmeselerdi, yeryüzünde hayat ne insanlar, ne hayvanlar, ne de bitkiler için mümkün olmazdı. Hatta gece ve gündüzün süreleri bile değişik olsaydı yine de yaşamak zorlaşırdı. ‘İnsan Yalnız Değildir.’ (İlim İman Etmeye Çağırıyor) kitabında şu açıklamalar yer alıyor: ‘Dünyâ kendi ekseni etrafında yirmidört saatte bir kere döner. Bu, yaklaşık olarak saatte bin mil hıza eşittir. Şimdi dünyânın saatte sâdece yüz mil yaptığını varsayalım. Neden olmasın? Bu takdirde gecemiz ve gündüzümüz şimdikinden on kat daha uzun sürecektir. Bu durumda kızgın yaz güneşi her gün bitkilerimizi yakacaktır. Geceleri de yeryüzündeki tüm bitkiler donacaktı. (S. KUTUB, 7/570)
25/63-67 RAHMÂN’IN HAS KULLARI
63. Rahmân’ın (has) kulları o kimselerdir ki yeryüzünde mütevâzı bir şekilde yürürler ve cahiller kendilerine lâf atarsa (kavga ve tartışmaya fırsat vermeyip): “Selâmetle (hoşçakal).” de(r geçer)ler.
64. Onlar ki gecelerini Rablerine secde ederek ve (namaz kılmakla) kıyamda durarak geçirirler.
65, 66. Onlar ki: “Ey Rabbimiz! Cehennem azâbını bizden uzak tut, çünkü onun azâbı devamlı bir azaptır. Doğrusu o (cehennem), ne kötü bir karargâh, ne kötü bir makamdır!” derler.
67. (Rahmân’ınohaskulları) ki harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar, (harcamalarıhusûsunda) bu (ikisi) arasında bir denge tuttururlar. [bk. 3/180; 17/27-29; 59/9]
63-67.(63).’Rahmân’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde (zorbaca edâ ve kibirlenme ile değil, ağırbaşlılıkla, vakarla) mütevâzı olarak yürürler.’ Burada Rahmân’ın kullarının her biri bir zümreyi andıran sekiz sıfatla nitelenerek İslâm ahlâkının, medeniyetinin, düşüncesinin ve idealinin bir özeti yapılmıştır, şöyle ki: (1) Birinci Özellik: Yâni Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, önce gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları mülâyimdir. Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil; sükûnet ve vakar ile alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli, nâzik ve yumuşak yürürler. (ELMALILI, 6/86, 87)
İbn Kesir şunları söylemektedir: ‘Bundan maksat, onlar hastalar gibi riyâkârlık ve yapmacık bir şekilde yürürler değildir. Âdem evlâdının Efendisi (s) yüksekten aşağıya düşercesine yürür ve âdetâ yer onun altında katlanır gibi yürürdü. Selefin bâzı kimseleri kendisini yapmacık olarak zayıf gösterecek şekilde yürümeyi mekruh görmüşlerdir. Hattâ Hz. Ömer (r)’den rivâyet edildiğine göre, o yavaş ve ağır yürüyen bir genç gördü. Ona: Niye böyle yürüyorsun, hasta mısın? Diye sorunca o: ‘Hayır, ey müminlerin emîri!’ deyince, elindeki kamçıyı tepesine kaldırdı, hızlıca ve güçlü bir şekilde yürümesini emretti. Burada sözü geçen ‘el Hevn’ mütevâzılıktan kasıt, ağırbaşlılık ve vakardır. Hadis: Nitekim Rasûlullah (sa) şöyle buyurmuştur: ‘Namaza gittiğinizde koşarak gitmeyiniz. Üzerinizde sekînet ve vakar hâli bulunarak namaza gidiniz. Yetiştiğinizi (imamın arkasında kılınız), yetişemediğinizi tamamlayınız. (S. HAVVÂ, 10/239)
Hadis: ‘Ey insanlar! Size yavaş ve sekînet ile yürümenizi tavsiye ederim.’ (Ebû Dâvud Hac 65, No 1922; İ. KARAGÖZ 5/252)
‘Câhiller (zihni bakımdan seviyesiz olan sefihler) kendilerine takıldıkları zaman onlara ‘selâm’ derler.’ ‘.. selâm dediler’: Kâfirler müminlere sataştığı zaman, misli ile karşılık vermezler, selâmetle deyip geçerler, câhillerin söylediği sözlerin benzerlerini ve tartışmaya sebep olacak söz söylemezler; ancak edep ve ahlâka uygun söz söylerler. Sövene sövmezler, kötü söze kötü sözle karşılık vermezler. Kasas sûresinin 55’nci âyetinde müminlerin bu tür konulardaki davranışları şöyle bildirilmektedir: ‘Müminler boş sözü işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size, biz câhilleri istemeyiz’, derler’ (28/55; İ. KARAGÖZ 5/253)(..) Âyetteki ‘selâm’, müminlerin birbirlerine verdiği selâm anlamında değildir. Âyetteki selâm kelimesi, kavga değil barış içerisinde olmaya, câhillerin şerrinden ve kötü söze kötü sözle karşılık vermekten uzak olmayi ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 5/253)
(64).(2) İkinci Özellik: ’Onlar ki gecelerini Rableri için secdeye vararak ve kıyamda geçirirler.’ Âyetteki ifâde tarzı, gecenin bir bölümünde insanlar uykudayken Rahmân’ın kullarının hareketlerini tasvir maksadıyla namazdan secde ve kıyam hareketlerini ön plana çıkarıyor. Onlar, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek geceliyorlar. Bu insanlar, tatlı ve rahat uykudan daha yararlı, daha dinlendirici bir şeyle meşgul oluyor. Rablerine yönelmekle, ruhlarını ve uzuvlarını O’na bağlamakla uğraşıyorlar. Gecelerini takvâ, Allâh’ın murâkabesini ve azametini tefekkür, onun azâbından korkma duygularıyla geçiriyorlar. (Ö. ÇELİK, 3/581)
(65).(3) Üçüncü Özellik: ’Ve onlar ki: Rabbimiz, bizden cehennem azâbını uzaklaştır, doğrusu cehennemin azâbı sürekli ve kalıcıdır, derler.’ Yâni cehennem azâbından kurtulmak, ilk emelleridir. İbâdet ve gayretlerine güvenmeyerek, sürekli kurtuluşlarına duâ ederler. (ELMALILI, 6/87)
(67).(4) Dördüncü Özellik: ’Onlar ki, infak ettikleri zaman ne israf ederler (harcamalarında ne haddi aşarlar) ne de cimrilik.’ (israftan kaçayım derken de işi sıkı tutmakta haddi aşmazlar. İbn Kesir dedi ki: Onlar infak ederken israf etmezler. İhtiyaç fazlasını harcamazlar. Âile hâlklarına karşı da cimri değildirler. Aksine onlar, orta yolda yürümeye devam eden hayırlı kimselerdir. Zâten işlerin en hayırlısı, ne israf, ne cimrilik, ikisinin ortasıdır. (S. HAVVÂ, 10/227)
‘.. malı israf etmek’, yerli yerinde harcamamak, faydasız yerlere harcamak, gerektiğinden çok harcamak, anlam(lar)ına geldiği gibi, Allâh’ın uygun görmediğiyerlere harcamak anlamına da gelir. İhtiyâcı gidermeyen, güzel olmayan, yararsız, boş yere ve gayri meşru (İslâm’a aykırı) harcamalar, ihtiyâcın ötesinde hakkı olmayan alanlara nîmetlerin aktarılması, israftır. (İ. KARAGÖZ 5/255)
Hadis: ‘Cimrilik etmekten sakının. Çünkü cimrilik, sizden önce yaşayan insanları, birbirlerini öldürmeye ve dokunulmaz haklarını çiğnemeye götürmek suretiyle perişan etmiştir. (Müslim Birr 56, İ. KARAGÖZ 5/256)
Hasan-ı Basri de şöyle demektedir: Allah yolunda yapılan harcamalarda israf yoktur. İyaz b. Muâviye der ki: Allâh’ın emrini aştığın her husus bir israftır. Başkası da: İsraf, Aziz ve Celil olan Allâh’ın günahı uğrunda yapılan harcamalardır, demektedir. (S. HAVVÂ, 10/241)
‘İkisi arasında orta bir yol tutarlar.’ Nesefi der ki: Yâni ikisi arasında âdil ve dengeli bir yol izlerler. Çünkü âyet-i kerîmede sözü geçen ‘el kavâm’ iki şey arasında adâleti sağlamak demektir. (S. HAVVÂ, 10/227)
25/68-71 KİM TEVBE EDİP İYİ DAVRANIŞ GÖSTERİRSE
68, 69. Yine onlar ki Allah’la berâber başka bir tanrıya yalvarıp tapmaz/tapınmazlar. Allâh’ın haram kıldığı canı, haksız yere öldürmezler. Zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa, günahın(ın) cezâsını bulur. 69. Kıyâmet günü azâbı katmerli olur ve onun içinde hor ve aşağılanmış bir şekilde ebedî kalır.
70. Ancak (küfürden, şirktenvegünahlardan) tevbe edip îman eden ve (Allâh’ınrızâsınauygun) iş yapanlar hâriçtir (cezâlandırılmazlar). İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
71. Kim (günahlarından) tevbe edip sâlih amel işlerse, gerçekten o, Allâh’a tam bir yönelişle dönmüş (demek)tir.
68-71. (68).(5) Beşinci Özellik: ’Onlar ki Allah ile berâber başka bir ilâha tapıp yalvarmazlar (yâni şirk koşmazlar) Allâh’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zinâ etmezler.’ Gerçek kullar, üç büyük günahtan sakınırlar: Şirk, katil ve zinâ. Bizzat Hz. Peygamber (s) bu günahların ağırlığı konusunda uyarıda bulunmuştur. Hadis: Abdullah İbn Mes’ud’un rivâyetine göre, kendisine en kötü günahlar sorulduğunda şu cevabı vermişlerdir: (1) Seni yaratmış olan Allâh’a bir şeyi denk tutmak, (2) Rızık korkusuyla çocuğunu öldürmek, (3) Komşunun karısıyla zinâ etmek. (Buhâri, Müslim, Tirmizi, Nesâi, Ahmed) Büyük günahların yalnızca bunlar olmadığı açıktır. Fakat bu üçü, o zamanki Arap toplumunda işlenen günahların en yaygınları olduğundan, özellikle belirtilmişlerdir. (MEVDÛDİ, 3/538, 539)
Nesefi, buradaki ‘haksız yere’ ifâdesini şu şekilde açıklamaktadır: Onlar canı ancak (ve) kısas veya recim veya irtidat veya şirk ya da yeryüzünde fesat çıkartmak gibi öldürmenin söz konusu olduğu meşru olduğu hâllerde öldürürler. (S. HAVVÂ, 10/227)
‘.. haksız yere Allâh’ın haram kıldığı cana kıymazlar’ cümlesinde geçen ‘haklı sebep’ savaş, nefsî müdafaa ve kısasgibi meşru sebeplerdir. Meşru bir sebep olmadan insan öldürmek haramdır. İnsan öldürmenin haram ve büyük günah olduğuna dâir birçok âyet (4/93, 5/32, 6/151) ve hadîs-i şerif vardır. Suçsuz yere bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibi günahtır. (5/32). Peygamberimiz (s), cana kıymayı helâk edici (Buhâri Vesâyâ 34) ve en büyük günahların arasında saymıştır (Müslim Birr 32; İ. KARAGÖZ 5/258)
Hadis: Her Müslümanın diğer Müslümana ırzı, malı ve canı haramdır.’ (Müslim Birr 32)
İbn Cerir rivâyet ediyor… Said b. Cübeyr ’den o İbn Abbas’ın şunları anlattığını dinlemiş: Bâzı müşrikler çokça insan öldürmüş ve pek çok günah işlemişlerdi; daha sonra Muhammed (s)’in yanına gelip şöyle dediler: ‘Senin söylediğin ve kendisine dâvet ettiğin şey gerçekten güzeldir. Bir de bizim işlediklerimizin keffâreti olacak şeyleri bize bir haber versen? (diye sordular) Bunun üzerine: ‘Onlar ki Allah ile berâber başka bir ilâha tapıp yalvarmazlar’ âyeti ile, ‘Ey kendi öz nefisleri aleyhine (günahta) aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin!’ (ez Zümer, 39/53) buyruğu indi. (S. HAVVÂ, 10/241, 242)
(69).’Kıyâmet günü azâbı kat kat verilir.’ İlgili âyet ve hadislerde iyiliğin karşılığının kat kat fazlasıyla verileceği, fakat kötülüğün cezâsının katlanmayacağı bildirilmektedir. (Nisâ, 4/40, En’am 6/160, Şûrâ 42/40, Müsned, Buhâri, Müslim) Şu hâlde, Zemahşeri, Râzi gibi bâzı müfessirlerin de dediği gibi âyette, belirtilen günahları işleyenlere bunun azâbının ‘kat kat’ verileceği bildirilmekle, bir günahın cezâsının katlanarak verileceği değil, şirk, katil, zinâ gibi suçların cezâlarının birbirine ekleneceği açıklanmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/138) Sözgelimi, her bir cana kıyma ve her bir zinâ eylemi için ayrı bir cezâ söz konusu olacaktır. (Ö. ÇELİK, 3/583)
(70).’Ancak tevbe eden, inanıp sâlih amel işleyenler müstesnâ. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.’ Bubuyrukta, kâtilin tevbesinin sahih olduğunadelâletvardır. Bu âyet-i kerîme ile Nisâ sûresinde yer alan ‘Kim kasten bir mümini öldürürse…’ (en Nisâ 4/93) buyruğu arasında bir çelişki yoktur. Bu âyet-i kerîme her ne kadar Medîne’de inmişse de mutlaktır. Tevbe etmeyen kimseye hamledilir. Çünkü Furkan sûresindeki bu âyet-i kerîme ise tevbe kaydını getirmektedir. Hem bundan sonra Yüce Allah: ‘Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındakileri de dilediği kimselere bağışlar’ (en Nisâ, 4/116) diye buyurmaktadır. Diğer taraftan Rasûlullah (s)’den gelen sahih sünnette katilin tevbesinin sahih olduğu sâbittir. Nitekim yüz kişiyi öldüren kimsenin kıssasına dâir rivâyette bu durum açıkça zikredilmiştir. Yüz kişiyi öldürdükten sonra, bu kişinin tevbe ettiği ve Allah tarafından tevbesinin de kabul edildiği bu kıssada zikredilmektedir. (S. HAVVÂ, 10/242)
Bir tevbenin geçerli ve tevbe-i nasuh (66/8) olabilmesi için, şu şartların bulunması gerekir: (1). Pişmanlık duymak (7/23), (2). Allâh’ı yücelterek O’ndan af ve mağfiret dilemek (71/23), (3). Günahı terk edip hâli ıslah etmek (6/54), (4). Tevbeyi son nefese bırakmamak (4/18), (5). Kul hakkı varsa haksâhibi ile helâlleşmek. (Buhâri Mezâlim 10; İ. KARAGÖZ 5/259).
‘İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.’ Burada iki önemli anlam dikkat çekmektedir: (a) Kul gönülden tevbe ettiği zaman, îman ve Allâh’a itaat hayâtına başlar. Allâh’ın yardımıyla, küfür hâlindeki kötülüklerin yerine iyi ameller işlemeye koyulur ve böylece kötülüklerinin yerini iyilikleri alır. (b) Yalnızca geçmişteki kötülükleri silinmekle kalmaz, ayrıca amel defterine, Rabbine isyanı bırakıp O’nu itaat yolunu benimseyen bir kul olarak yazılır. Sonra, geçmiş günahlarına üzülüp tevbe ettikçe, daha çok sâlih ameller hânesine kaydolunur. Çünkü günahtan tevbe etmek ve af dilemek bizzat sâlih bir ameldir. Böylece, amel defterinde iyilikleri bütün kötülükleri bastırır. (Ö. ÇELİK, 3/583, 584)
Hadis: Ebû Zer (r)’den, dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Ben cehennem hâlkı arasında cehennemden en son çıkacak, cennet hâlkı arasına da cennete en son girecek kimseyi biliyorum. Adamın birisi getirilir: Onun büyük günahlarını bir kenara bırakınız, küçük günahları ile ilgili soru sorunuz, denilir. Ona: ‘Filân günü şunu şunu, filân günü de şunu şunu işledin’ denilir. O da: ‘Evet, der ve günahlarından hiç birisini inkâr edemez. Ona: ‘’İşlediğin her bir günahın karşılığında sana bir iyilik verilmiştir’ denilir. Şöyle der: ‘Rabbim birtakım şeyler daha işledim ki, ben bunları burada göremiyorum.’ Ebû Zerr dedi ki: Rasûlullah (s) azı dişleri görününceye kadar güldü, dedi. Müslim’den S. HAVVÂ, 10/243)
25/72-77 SABRETMELERİNE KARŞILIK EN YÜKSEK MAKAM
72. Onlar ki yalana şâhitlik etmezler. Boş ve kötü sözlere rastladıkları zaman da, vakarlı bir şekilde (onlardanyüzçevirip) geçerler.
73. Onlar ki Rabbinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.
74. Ve onlar ki: “Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden gözler(imizin) nûru (olacakiyiinsanlar) lütfet ve bizi (fenâlıktan) sakınanlara rehber yap.” derler.
75, 76. İşte bu (sayılanözellikleresâhipolarakRahmânolanAllâh’akullukgöreviniyapa)nlar sabırlarından dolayı, cennetin en yüksek mevki(ler)i ile mükâfatlandırılacaklar ve orada bir sağlık dilekleri ve selâm ile karşılanacaklardır. 76. Orada ebedî kalacaklardır. (O) ne güzel bir kalacak yer ve ne güzel bir makamdır!
77. (Rasûlüm!) De ki: “Duâ (veibâdeti)niz olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Eyinkârcılar!) Siz ise, (AllahveRasûlü’nünbildirdiklerini) yalanladınız, bu yüzden (bugünahveonun) cezâsı, boynunuza sarıl(ıpyakanızıbırakmay)acaktır.” [bk. 2/186]
72-77. (72).(6) Altıncı Özellik: ’Ve onlar ki yalan yere şâhitlik etmezler.’ Şâhitliklerinde yalan söylemezler. Yâni, ‘yalan söyleyenlerin bulundukları yerlerden, günahkârların meclislerinden kaçarlar ve kötülüğe ve kötülük işleyenlere karışmamak maksadıyla, bu gibi yerlere yaklaşmazlar. Çünkü bâtılın işlendiği yerde hazır bulunmak, ona ortak olmaktır. Aynı şekilde Şeriatın uygun karşılamadığı şeylerin işlenmesi sırasında hazır bulunmaları hâlinde de durum böyledir. Onlar da bu işi yapanların günahına ortak olurlar. Çünkü onlarla birlikte olup bakmak, râzı oluşun delîlidir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/228)
Fıkıh imamları yalan yere şâhitlik yapanın cezâlandırılması konusunda ihtilâf ettiler. Ebû Hanife (rh) ‘Tâzir cezâsı verilmez, kavmi arasında tutulur, insanlara onun yalan yere şâhitlik yaptığı söylenir’ demiştir. Üç imam ise, ‘Tâzir cezâsı verilir, sonra kavmi arasında tutulur ve insanlara onun yalancı şâhitlik yaptığı tanıtılır‘ demişlerdir. İmam Mâlik, ‘Mescidlerde, çarşılarda ve insanların toplandıkları yerlerde ilân edilir,’ demiştir. Ahmed b. Hanbel ise, ‘’Herkesçe bilinen yerlerde dolaştırılıp, tanıtılır ve ‘Biz onun yalan yere şâhitlik yaptığını gördük, ondan sakının’, denilir. Hz. Ömer (r) yalan şâhitlik yapana kırk değnek vurur, yüzünü karaya boyar ve çarşıda dolaştırırdı. (Keşfü‘l Esrâr’dan, İ. H. BURSEVİ, 13/637)
Hadis: Hz. Peygamber yanındakilere, ‘Büyük günahların da en büyüğü olan günahların ne olduğunu size söyleyeyim mi?’ diye sormuş, ‘buyurun ya Rasûlâllah’ demeleri üzerine bunları, ‘Allâh’a ortak koşmak, ana babaya âsi olmak ve yalancı şâhitlik yapmak’ şeklinde sıralamış; özellikle sonuncusunu birkaç defa tekrar ederek, bu hususta yanındakileri uyarmıştır. (Buhâri, Müslim Îman 143’den KUR’AN YOLU, 4/140)
‘Boş ve kötü lakırdıya rastladıkları zaman’ ahlâksızlıkla karşılaştıkları; aldırış edilmemesi, bir kenara bırakılması gereken herşeye rastladıkları zaman; yâni bunları işleyen ve boş işlerle uğraşan kimselerin yanından geçtiklerinde ‘yüz çevirip vakarla geçerler.’ Kendilerini bu kötülüklere bulaşmaktan uzak tutar, şeref ve haysiyetlerini koruyarak, yüz çevirirler. (S. HAVVÂ, 10/229)
(74).(7) Yedinci Özellik: ’Onlar ki kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı (yâni onlara Kur’ân okunduğu veya Kur’ân okunmakla öğüt verildiği) ‘vakit, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.’ Nesefi der ki: ’Burada asıl nefyedilen onların secdeye kapanmaları değil, âyetlere karşı sağır ve kör davranmalarıdır.’ (S. HAVVÂ, 10/229)
Bu ifâdeden, duymayan, görmeyen, bir hidâyete ya da nûra uymayan kör ve sağırlar gibi düzmece ilâhlarına, sapık inançlarına, bâtıl düşüncelerine körü körüne sarılan müşriklere yönelik bir kınama anlaşılmaktadır. Duymadan, görmeden, düşünmeden yüz üstü bir şeye kapanma hareketi, körlerin gafletliğini, körlüğünü ve dar düşünceliğini tasvir etmektedir. Rahmân’ın kulları ise, inanç sistemlerinin dayandığı gerçeği ve Allâh’ın âyetlerinin içerdikleri doğru mesajı bilinçli olarak, görerek kavrıyorlar. (S. KUTUB, 7/576)
(8) Sekizinci Özellik: ‘Ve onlar ki: “Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden gözler(imizin) nûru (olacakiyiinsanlar) lütfet ve bizi (fenâlıktan) sakınanlara rehber yap.” derler. Onların Allah’tan istediği ‘göz aydınlığından maksat, mal, mevki, güzellik ve benzerleri değil, dîni fazilet ve üstünlüklerdir. (İ. H. BURSEVİ, 13/643)
Burada (..) iki mânâ câizdir: Birisi, bizlere gözlerimizi aydınlatacak eşler ve zürriyetler ver, demek; diğeri de eşlerimiz ve zürriyetlerimiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nîmetler, mutluluklar ver, demektir. Bu dilek, âile ve evlât terbiyesine verilen önemi gösterir. (ELMALILI, 6/89)
(75).’İşte bunlar yaptıkları sabırlarına karşılık gurfe (yüce makamlar) ile mükâfatlandırılacaklardır.’ ‘Onlar cennet odalarında huzur içindedirler.’ (Sebe’ 34/37) olacaklar, yâni en yüksek dereceye, cennet köşklerinin en yükseklerine çıkarılacaklar. (ELMALILI, 6/89)
‘..ve orada (cennette) sağlık ve selâmla karşılanırlar.’ Yâni melekler onlara sağlık dileklerini iletir yâhut birbirlerine karşı bu şekilde dilekte bulunur ve selâmlaşırlar. Selâm onlara ve üzerlerine olsun. Melekler her bir kapıdan onların yanlarına: Sabrettiğinizden ötürü selâm size, âhiret yurdunun mükâfâtı ne kadar güzeldir! Diyerek girerler. (S. HAVVÂ, 10/229, 230)
(76).‘Orada temelli kalırlar’ sürekli ikâmet ederler, oradan başka yere göç etmezler, oradan çıkartılmazlar, orada ölmezler. Temelli oradadırlar ve oradan usandıkları için yerlerinin değiştirilmesi talebinde de bulunmazlar. ‘Orası ne güzel bir yer’ ne güzel karar yeri ve ne güzel bir duraktır.’ İkâmet etmek için ne güzel yerdir! (S. HAVVÂ, 10/230)
(77).‘De ki; Duânız (O’na ibâdetiniz) olmasaydı, Rabbimin yanında değeriniz ne olurdu ki?’ İbn Kesir şöyle diyor: O’na ibâdet etmediğiniz takdirde sizin O’nun yanında bir öneminiz olmaz ve size itibar etmez. O, bütün mahlûkâtı sâdece kendisine ibâdet etsinler, sabah akşam O’nu tesbih etsinler diyeyaratmıştır. (S. HAVVÂ, 10/232)
‘Ben cinleri ve insanları anca(k) bana kulluk etsinler diye yarattım.’ (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere, yaratılışınızın hikmeti ibâdet ve kulluktur. Onun için ibâdetiniz ve kulluğunuz olmasa Allah katında ne kıymet ve öneminiz olurdu. (ELMALILI, 6/90)
Duâ, kulun Allah’a olan kulluğunu bilmesi, O’nun dergâhına gelmesi ve kalben O’nunla irtibat kurmasıdır. Yüce Allah; “Ey îman edenler! Namazla ve sabırla/metânetle yardım isteyin…” (2/153), “… duânızı kabul ederim…” (2/187) buyuruyor. Ancak, hâcet duâlarının Rasûlullâh’ın öğrettiği bir şekil ve âdâbı vardır. “Kimin Allah’tan veya insanlardan bir ihtiyacı varsa, iki rekât namaz kıldıktan sonra kıbleye yönelmiş olarak avuç içleri semâya bakacak şekilde, ellerini birleştirmeden omuz istikametinde kaldırır. Allâhu Teâlâ’ya hamd, Resûlü’ne salât ve selâm getirdikten sonra Allâh’a tam teslimiyetle huşû içinde ve yavaş/hafif sesle (7/55), meşru olan şeyleri O’ndan ister ve yardım diler. Gerektiğinde bütün mü’minler de duâya dâhil edilir.” (H. T. FEYİZLİ, 1/365)
EyKâfirler’ ‘Artık gerçekten yalanladınız. O hâlde azap yakanızı bırakmayacaktır.’ Yâni sizin bu yalanlayışınız azap edilmenizi, helâk edilmenizi, dünyâda ve âhirette yok edilmenizi gerektirmektedir ve bu artık peşinizi bırakmayacaktır. (S. HAVVÂ, 10/232)